Asansörde altı kişi var. İkisi üniformalı, telsizli, tam teçhizatlı. Diğer üçü ise siyahları çekmiş, hatta siyah makyajlı. Üniformalılar birbirlerine bakıyor, böyle durumlar için işe alınmış olsalar da, ciddi ciddi göreve gönderildikleri hiç olmamış. Aile ise büyük büyük büyük dedeleri Abdullah Sak’ı ziyaret etmek için yola çıkmış. Türbe Kompleksi No 2868. Eksi yirmi üçüncü kat.
Asansör toprağın hizasından aşağı giriyor. İçeri hiç ışık sızmaz oldu. Aile birbirlerine büyük dedeleri Abdullah Sak’ın başarılarını anlatıyorlar. Tam yedi farklı dövüş sanatında uzman, aynı zamanda hafız. İngilizce, Arapça ve Farsça üzerine binlerce öğrencisinin nasiplendiği çalışmaları var. Hayatı ilmin peşinde bir oraya bir buraya koşturmakla geçmiş. Vefat ettiği sırada Moro Emirliği’nde Milli Eğitim Bakanı yardımcısı olarak görev yapmaktaymış. Cenazesini güç bela getirebilmişler, o zamanlar bu türbe gökdelenleri yeni inşa oluyormuş, Allah’ın inayetiyle bir yer ayırtabilmişler.
Küçük Zehra, “Neden oradaki gökdelenlere koymamışlar dedemi?” diye soruyor. Annesi Feyza saçlarını okşuyor. “Morolular, önceleri türbeleri için ağaçlarını kesmeye razı olmamışlar. Halbuki bir sürü de ağaçları varmış. Yine de ölülerine bizimki kadar saygı duymuyorlarmış o zamanlar, demek ki.” Zehra’nın babası Fazlı Kemal başıyla onaylıyor. Zehra tekrar soruyor. “Hâlâ ağaçları var mı onların?” Gülüyor babası. “Yok” dedi. “Tabii ki yok.”
Tabii ki yok. Hiçbir şeye yer kalmadı. Evler ve okullar bile zar zor sıkışıyor şu sıralarda bütün bu türbelerin arasına. Ağaçlara yer kalmadı. Kuşlar, kendi mezarlarını kimbilir nerelere sakladı.
Güvenlik görevlileri birbirine bakıyorlar. İsimleri Hasan ve Yılmaz. Silahlarına bakıyorlar, düşünüp taşınsalar da akıllarına bellerine taktıkları yarı otomatik silahları kullanabilecekleri bir durum gelmiyor. Bu işe başvururken de gelmemişti, zaten o yüzden başvurmuşlardı. Türbe Güvenlik Görevlisi. Atıcılık sertifikalarını alırlarken epey gülmüşlerdi, 2050 yılından bir ceset yerinden kalkarsa tam alnından vurabileceğiz diyerek.
Ceset diyince alelade bir şey gibi oluyor. Türbede yatan insanın da bir ayrıcalığı olmalı, değil mi? Türbe Kompleksi No 2868’de yatan iki yüz elli bin cesetten biri olsa bile. İnsanın aklına, tıpkı Rahmetli Abdullah Sak gibi ulvi bir şahsiyet geliyor, gelmeli. Yoksa bütün bu endüstri ne işe yarayacak ki?
Bütün ağaçlar yok olmaya başladığında, türbeler konusunda, ölü insanların fikri değişmedi. Mağrur, muzaffer ve müreffeh ölüler yerlerinden memnunlardı. Ağaçlara ihtiyaçları yoktu. Ancak ölmek üzere olan insanlar durumun vehametini, “Beni bir ağaç altına gömün” diyemediklerinde fark ettiler. Kimisi, türbede kalacaklara yakışır bir öngörüyle, ağaçlar olmadan dünyanın öyle çok da uzun süre yaşayamayacağını, dolayısıyla toplamda kıyamete kadar skorlayabilecekleri toplam fatiha sayısına halel geleceğini düşündü. Ama insanların sözü öldükten sonra geçmiyordu. Ana babalarını platin kaplamalı bol kufili bir türbedense, karakuru bir ağacın yanına gömmeyi kimse istemedi. Hem kampanya vardı. Eğer hem iki anneniz hem de iki babanızın türbesini aynı anda alırsanız…
Ağaçlar beddua etti. Dallarını yukarı kaldırıp okunmuş fatihaları iptal etmek için ulvi otoriteye başvurdular. Ölülerin konuldukları sanduka da ağaçtandı, nasıl da ğalizdi tahtaların öfkesi. Ağaçların yasını tutan kumrular huhuladı ve yaşayacakları yer bulamadıklarından kendi türbelerine saklandılar. Türbe gökdelenleri, resepsiyonlardaki türbedarlar ile birlikte kat kat blok blok semt semt genişledi ve mahsur kaldı içeride. Ölüler.
Güvenlik görevlileri, Hasan ve Yılmaz silahlarının susturucusunu boşuna açtılar. Bu bir zombi hikâyesi değil. Peki ne hikâyesi?
Zaman zaman depremler oluyor. Birileri türbelerin yapımında malzemeden çalmış. Ama gökdelenlerin yüzey alanı öylesine geniş ki devrilmiyor hiçbiri. Bunun yerine çatırdıyor türbe katları kat kat, eğer bir ziyaretçi gelir de dedelerinin türbesini tarumar görürse suntadan çok şahane düzeltmeler yapılıyor. Ufak bir şikâyet formu düzenliyorsun, müşteri hizmetleri dedenin ne kadar muhteşem olduğunu hatırladığında her şey düzeltiliyor müesseseden.
Bunun iyi yanları da var.
Ölülerin havaya ihtiyacı yok. Ama ihtiyaç nedir? Bir çiçeğe bakarsın, onu koparmak istersin. Buna ihtiyacın vardır. Kıyamet kopana kadar tek bir oksijen atomuna ihtiyacın olmayacaksa bile mezarın havadar bir yerde olsun istersin. Küçük kuşlar mezarının üzerinde cıvıldasın - sanki duyacaksın. Mezarının üzerine yazılacak isminin fontu, söz gelimi Comic Sans olmasın istersin, ciddiyetsiz durur diye. Her şey ölümünün sonsuza kadar sündürüldüğünden kasvete ve vakara dönüşmüş zırıl zurna hüznüne yaraşsın diye. Ama yaraşmıyor şimdi. Kat kat kat kat kat kat türbe, içerisinde milyonlarca ermişle birlikte, depremlerden etkilenmiş, ısı almış, altüst olmuş, tarumar olmuş, bir yerden su sızdığından combul combul olmuş. Fahri Doktoralı Üst Düzey Bürokrat Abdullah Sak’ın türbesi bile bu durumdan olumsuz etkilenmiş.
Acaba olumsuz mu?
Hafifçe ışık sızıyor. Güya eksi yirmi üçüncü kattayız. Rahmetli Abdullah Sak Hazretleri keramet gösteriyorlar. Ortam ışıl ışıl ve yemyeşil. Gözlerine inanamıyor kimse. Hasan silahına davranıyor ama vuracak bir şey bulamıyor.
Ölüm döşeğindeyken Abdullah Sak’ın gözlerinde bütün ömrünün boşa gittiğine dair bir hüzün vardı. Kızı Zehra’ya bir türbeye gömülmeyi hak etmediğini, türbelerin böyle bir şey olmadığını anlatamadı. Zehra yanında profesyonel bir vakanüvisle gelmişti. Eğer olur da Abdullah Bey yarını çıkaramazsa, söylediği son sözü kaydetmek ve mümkünse kitabesine yaptığı hayırlardan ve güzel işlerden bir şeyler yakalamak üzere buradaydı. Ne zaman tatsız konular açılsa, bu kadıncağız mesleği gereği konuyu eski ve şatafatlı günlere getirmek zorundaydı. O yüzden Abdullah Sak her defasında bir türbeye gömülmek istemediğinin konusunu güç bela açıyordu. Vakanüvis kadıncağız, bunun büyük bir kabalık olduğunu bilmesine rağmen, mesleği gereği, meselâ, “Öğrencilerinizden kaçı doktorasını tamamlayabildi? Kaçı dekan oldu? Aralarında rektör olan var mıydı?” diye sorarak kapatıyordu konuyu. Abdullah Bey duramıyor, öğrencileriyle duyduğu gurur bütün memnuniyetsizliklerine galip geliyordu. “Üç öğrencim bakan oldu, bir tanesi de darbe olup idam edilmeseydi cumhurbaşkanı olacaktı.”
Abdullah Bey acaba türbeye gömülmeyi neden istemiyordu? Ağaçları sevdiği için mi? O kadar da sevmiyordu sanki ağaçları, hayatında bilhassa ağaçları sevdiğine dair bir emareye rastlamak güçtü. Profesyonel tarihçilere sorsak, hayatı boyunca yörükleri ve diğer geleneksel toplumları överek, kendisini de onlara dahil olarak tanımlasa da, aslında son derece kentli, bütün ömrünü megakentlerde geçirmiş birisi olduğunu söylerlerdi. Belki de satın alınmış değil de medeniyetinin kendi doğrultusu içerisinde yaptıklarına teveccüh gösterip verdiği bir türbeyi kabul edebilirdi belki. Her ne sebeple olduğunu bilmiyoruz, ama kızı Zehra’ya bu memnuniyetsizliğini aktarabilmiş olsa da, kızının onu ciddiye almadığını biliyoruz. Kızı babasının sadece kapris yaptığını, istemem yan cebime koy dediğini düşünmüştü ve babasını bir türbeye koymuştu.
Torunları şimdi türbenin kapısını açtığında, büyük büyük dedeleri Abdullah Sak’ın kendi dediğini yapmak için, tarihe geçmek için ve dahası, ölümsüz olmaya devam edebileceği tarihin ufuğunu uzatmak için yaptıkları son hamlenin sonucunu görüyorlardı.
Yılmaz ağaçlara doğru silahını ateşliyor. Ölen hiçbir şey yok. Ağaçları vurarak öldüremiyorsun. Bir çınar fidesi, bütün bu imkânsızlıkların ortasında, Allah’ın inayeti ve Abdullah Sak’ın duaları vesilesiyle, köklerini türbedarlığını yaptığı adamın tabutuna daldırmış, ziyaretçilere gülümsüyor.