Kûy-ı Mübarekân

Fatma Ünsal

Kâfiroğlukâfir. Bu köyün dışına da uzun süre çıkmadı dam süpürgesi, niye böyle oldu acaba? Suyundan, toprağından, havasından utanmaz. Yüzü zerre kızarmaz ahlaksız. Mübarek ağzımı bozdurup pak zihnime kötü kötü şeyler düşündürüyor şerefsiz. Allah’ım sayıp döktüğüm bu kötü cümlelerin alayının günahını bu sütü bozuk hırta yaz. Benim gibi ehl-i iman, ehl-i takva, murâkib-i hayâ, sülalesinden bir teki dahi yere abdestsiz basmamış bir âdem, adı konulurken kulağına ezanı okuyan hocanın gözünden daha o zaman yaş getiren bebek’ül-âlâ, bu zırtapoz yüzünden neler diyor neler. Ey bu diyarın uluları, yarın rûz-ı mahşerde karşınıza bu herifçioğlu gelirse gırtlağınızda tükürük kalmayana kadar tükürün bunun suratına. Eğer tükürüğünüz yetişmezse ant olsun ben de orada olursam, ki sizinle olurum yüksek ihtimal, tüküreceğim var kuvvetimle bu melunun suratına. Murat Hüdâvendigâr’ın kâfirin üstüne saldırdığı gibi tükürüklerle saldıracağım. Daha neler sayarım lakin takatim tükendi. Biraz çay içeyim. Al Cafer Efendi, al şu kalemi de biraz da sen say bu zındığa.

Osman Ağa işbu satırlar yazılırken hanımcığını Allah’a emanet etmiş, tarlasının yolunu usuldan tutmuştu. Köy, ağzına kadar türbeyle dolu olduğundan her birine bir Fatiha armağan ede ede yürüyordu. İçinden: “Böyle giderse akşama varamam ben, en iyisi onuna bir Fatiha yollayayım. Allah bilir benim niyetimi.” diye geçirdi. Her on türbede bir duruyor, okuyor, yoluna devam ediyordu. Köyünün türbesine saygıda kusur etmezdi. Ölenin mezarının hemen niye türbeye çevrildiğini sorgulamaz, bu türbenin hak edildiğine iman ederdi. Neticede bu topraklar öyle alelade topraklar mıydı da öleni alelade olsun? Lakin Osman Ağa, kendi sülalesini matah bulmaz, bu yüzden sülalesinden ölenleri dümdüz mezarlara gömdürürdü. Dümdüz mezarlar. İşte bayram arefelerinde ziyaret edilen, uzun yola çıkarken uğranılan, senede üç beş Fatiha’yı ancak işiten, üstünü eşek dikenlerinin sardığı yerler. Ailenin büyüğüydü Osman Ağa. Çocukları, torunları onu her seferinde uyarıyor, bak köylü senin arkandan teneke bağlıyor. Yahu onlar türbelere layık da niye biz değiliz? Onlar mübarek de bizim neyimiz eksik? diye sıkıştırıyorlardı. Ama onları sessizce dinledikten sonra, “O his şuraya gelecek şuraya. Allah o hissi şuraya doğuracak. Sizin dilinize gelir de kalbinize gelir mi mübarekliğiniz ha? Haydi işinize.” diye kalkar giderdi yanlarından. Akşama kadar etrafını türbelerin sardığı küçük tarlasında çalışır, akşam ezanıyla evine dönerdi. Bazen düşünürdü, bu kadar mübareğin ortasında yaratılacak kadar ne sevap işlemişti acaba?

Ver kalemi Hüsam Çavuş ver. Ver de az da ben saydırayım bu had hudud bilmez münafığa. Numara yapıyor numara. Kendisini ağırdan satacak ya. Sevapları löp löp yutacak ya. Aman estağfirullah, diyenden kork. Bak ben hiç saklıyor muyum esrarımı? Allah’ın bildiğini kuldan ne saklayayım hem? Adımımı atsam na şu nehre, nehir bana dümdüz yol olur. Niye atmıyorum peki? Yol varken niye nehirde yürüyeyim? Nehri yormak olur mu? Düşüncesiz miyim ben? Dişimi karıştırmak dilesem, ağaçlar kürdan uzatmada yarışır. Ama cebimde taşıyorum bol bol. Ağacı mı bekleyeyim her zaman? Bu adamın bize ettiği. Adından utanmaz namert. Sırf iki meyve sebze alacağım diye sülalesini daracık mezarlara hapseden cimri. Yahu köyümüzün adı ne? Mübarekler değil mi? Mübarekler köyünde kendini mübarekten saymayan adam mı olur? Böyle adam olursa elbet olur. Köyün dışına adımımı atsam herkes bu Osman denilen herifi soruyor bana. “Yahu,” diyorlar. “Bu adam niye dümdüz yaşıyor? Tarla tapana koşuyor? Ölüsünü mezara, dirisini tarlaya yolluyor? Deli mi bu? Yoksa sizde mi var bir ayak?” Bunun yüzünden bizden şüpheleniyorlar. Tansiyonum çıktı. Al şu kalemi Vehbi al. Sen devam et.

Osman Ağa, tarlasının buğdayından, sebzesinden, meyvesinden ailesine yetecek kadar ayırır, kalanını ilçede satmaya giderdi. Lakin ilçede alan olmazdı. Kendini mübarek saymayan birinden alışveriş edilir miydi? Ne hayır gelirdi o domatesten salatalıktan? O marul, yaz günlerinde insana serinlik verir miydi? Osman Ağa baktı ki olacağı yok, başka ilçelere gitti. Oralarda bir güzel sattı savdı. Geldi, ailesine taksim etti. O tarla için sohrananlar, biz niye türbelere layık değilmişiz diyenler kapıverdiler Osman Ağa’nın elinden paracıkları. Köyde kala kala bir Osman Ağa sülalesinin tarlaları kaldığından onlar hariç herkes ihtiyaçlarını ilçeden görüyorlardı. Bazen çatlak sesler de çıkıyordu, eski türbeleri kaldırsak da yerine tarlalar kondursak diye ama o sesler hemen bastırılıyordu. Manadan daha çok korkulurdu. Maddenin zararı sınırlıydı. Madde, en çok öldürürdü insanı. Mana, süründürürdü. Bir avuç maydanoz yetiştireceğim diye, üç domatesin yüzünü kızartacağım diye ölene kadar iç huzurunu kaybetmeye değer miydi? Öğrenmek hemen olmaz. Az az olur. Hayat insanı önüne katar da birden öğretmez yekûnu. Her an bir parça. İnsandan, hayvandan, ölümden, türbeden çekinmeyi bir günde belletmez adama. Türbeden çekinmeyi öğrenmekle insandan çekinmeyi öğrenmenin süresi de eşit değildir üstelik. En geç insan öğrenilir. O öğrenildiği vakit ölünür. Ölünce de derecesine göre ya türbelere ya mezarlara. Ama illaki öğrenmiş olarak. Köylüler, türbelerden ve köyün ileri gelenlerinden korkmayı da bir günde öğrenmediler elbet. Marul için huzurlarını satmadılar.

Vehbi bu herife ne desin? Vehbi söz israfı mı yapsın kelamların cümlesinden korkmazdan? “Bak hele şu köye,” diye bir gün tepelik bir yere çıkardım bu Osman olacağı. “Bak hele,” dedim. “Senin bir avuç tarlandan, bahçenden başka bahçe mi var tarla mı var? Sen bu topraklara saygısızlık edersin. Sen ölülerine hürmetsizlik edersin.” Baktı baktı suratıma, başını öne eğdi: “Vehbi Efendi,” dedi. “Sen simamdan anlamaz mısın? Sen ne biçim mübareksin be! Ben de ailem de kademesi yerlerde âdemleriz. Eteğinize erişmeyiz. Varın gidin kendi mertebenizde eğleşin. Ne diye bana zulmedip durursunuz? Kabul etmiyorum efendi mübarekliği. Değilim yahu değilim. Namazımı kılarım, orucumu tutarım, zekatımı veririm. Eh kelimeişehadet her daim dilimde. Artandan birikenlerle hacca da niyetlendim. Tarlamı da ekerim. Bunlar bana yetiyor. Yahu benim mübarekliğimin eksikliği kime ne zarar ediyor?” diye haykırdı suratıma edepsiz. Tükürdü demeli evet tükürdü terbiyesiz. Tuttum yakasından, “Ulan,” dedim. “Sana zararı yoksa da bize var. Mübarekler köyünden mübarek değilim diyen mi olur? Mübarek olacaksın ulan mübarek! Ya da var git buradan!” Tehdit ettim. Para etmedi. “Gitmiyorum,” dedi. “Hadi bakalım. Gönderin gönderebiliyorsanız.” Yakasını düzeltti, kaçtı gitti yanımdan. Düşsün de kafasını yarsın diye beddua ettim. Sendelemedi bile. Bir de mübarek değilim diyor. Mübareksin ulan mübarek! Mübarek olacaksın!

Osman Ağa, o gün Vehbi Efendi’yle tartıştıktan sonra bir sinirle evine vardı. İkindi namazına durdu. Sünneti kılıp farza niyetlenmişti ki sol yanına bir öküz geldi oturdu. Seccadeye yığıldı kaldı. Ağzından bir kelimeişehadet çıktı. Sonra derin bir nefes. Ruhu nefesle uçtu gitti. Hanımı geldi bin telaş. Kaldıramadı yerinden herifini. Oğullarını çağırdı. Onlar da baktılar ki babaları dünyasını değiştirmiş. Aceleye getirmediler. Uzaktan gelecek de vardı. O gece beklettiler mevtayı. Ertesi güne öğlene müteakip defnetmeyi münasip buldular. Caminin morguna kaldırdılar. Akşam namazından sonra caminin duvarına yaslanmış, sohbet ediyordu tüm efendiler. Osman Ağa’nın oğulları da sohbete dâhil oldular. Osman Ağa bol bol övüldü. En çok Hüsam Çavuş övdü. “Eh,” dedi Vehbi Efendi. “Nereye defnedeceksiniz Osman Ağa’yı?” Oğlu mezarlıkta az bir yerimiz var, oraya deyince orada bulunanlar böyle bir adamın oraya layık olmadığına ısrar ettiler. Evinizin bahçesine gömün. Etrafını da çevirin. Belki bir hayrat, dediler. Oğlunun aklına yattı. Bunca didinen babasına şöyle bir ahiret mekânı yaraşırdı.

Osman Ağa, öğle namazından sonra uğurlandı. Mezarının etrafına her gün bir tuğla ekledi oğlu uşağı. İyice bir türbeye dönüştü. Görkemli bir kitâbenin başlangıcına şu cümleyi iliştirdiler: “Rençperlerin Yol Göstericisi, Hâmîsi Osman Rükneddin Ağa Medfundur.”