Noksaniyet Nâmına
“Hele Mustafa Efendi nereye gidip durusun?” deyüp yoluma setr koyma huyunu Azrail gelse ondan çeküp alabilür mü yeminlen bilmezim. Velev ki gidip durdum yerler enva-i çeşit oluptu böyle kahırlanmaz idim. Amma yok her Allah’ın günü aynı tezgâhı alıp da aynı yolun tepesine çıktım mı beklerim benimle aynı yolu yürüyen bir garip gelüp güneş kafasında yumurta pişirmiş, yokuş ayaklarını bağlamış, elleri şiş şiş davul gibi şişmiş, nefesi kesilmiş; benden bir tas limon şerbeti istesin. O vakit hemenicek ibriğimden buz gibi limon şerbeti dökerim de avcuma dökülecek şıngırtıları daha gelmeden işitmeye başlarım. Limon şerbeti deyüpte sanmayın limona su katıp ibriğe koyalar. Evvela iki vakiyye limon lazım ol. Limonun kabın akı görüne kadar soyalar. Kabını ufak ufak doğrayalar. Biraz na’nayı üç yüz dirhem sükker ile reyhası çıkana kadar ezeler. Limon kabını reyhalamış na’na ile havanda döğeler. Biraz su katalar. Ol suyu haranıya koyalar. Kabı soyalmış limonu canı çıkasıya sıkalar. Suyu çıkalar. Limonu da suyunu da na’nalı haranıya koyalar. Yatsıdan koydun haranıyı imsağa süzeler. İbriğe koyalar. Yokuşun yolunu tutalar. Arkandan “Hele Mustafa Efendi nereye gidip durusun”u işitiler.
El cevab odur iki akçe kazanup da sana sarı zinetler almaya giderim. Amma nerede görülmüş limondan o kadar refaha erecektük. Ben de bilirim almam imkânı nah şu sükkerin tanesi kadardur. Bilirim de diyemem sana. İsterim gönlün hoş olsun, evde beni çehresinde çiçekler ile bekleyesin. O ki akşamına dersin “Mustafa Efendi hanidir sarı zinetlerim?”, gözümü senden alırım da derim “Aha burayadır sarılar, kablarını soyala. Sıkıb da haranıya koyalım.” Gözümü senden alırım suratımı yerden alamam. Utanıp sıkılırım da ertesi günü yine aynı öyküyü kulağına fısıldarım. Bilirsin de yine inanırsın Mustafa Efendi’ye. Hakikisi ile mutlu etmek gücüm yokdur, iisterüm hayali hoş etsin gönlünü. Bilmem hakkım yok mudur? Hakkı Hakk’dan aluruk, hakkı Hakka ulaştırma gayretindeyük. Ondandır yazmışım tezgahın çeperine
“Hakkı arar idim, dolaşıb durdum.
Bu yol hakkın yoludur.
O ki fazla verirsin al da git.
O ki noksan verirsin cehenneme git.”
Rabbime şükürler olsun bu vecizle noksanı da fazlası da helal olur da iki akçeme halel gelmeden heybemi doldururdum. Bizim karı derdi “Böyle demeyesin insanlara, noksanı da helal edesin, ocağın bereketlensin”. “Avred milleti değil midur noksanlık hamurlarında var idur. Elbet noksan olan anlar noksanın halinden. Merak etme karı, Mustafa Efendi noksansın diye seni cehenneme kovmaz. Amma elin ahmak adamına da üç parça akçesini bırakmaz.”
Helal nedir haram nedir benden eyi bilecek değil. Onun tek bildiği “Hele Mustafa Efendi nereye gidip durusun?” deyüp sual etmek tam giderken yolumu kesmektir. Gidip durdum tezgâhın başında, kıçında durdu bir fani. Yorgun ama çakı gibi, nefesi kesik ama zehir gibi. Dedi, “Efendi bir tas şerbetin var mıdır?” dedim: “Akçe dediğin yoktan var idemez amma varı var ider.” Şıngırtıyı duymadan değin tası hazır eyledim. İki dakika soluklanmak istedi, ses etmedim. “Nereden gelirsin, nereye gidersin?” dedim. “Yukarı yoldaki dergâha işinin ehli fakih gelecek imiş, suallerime cevap aramaya giderim, de varsa senin de sualin birlikte gidelim.” Ben ki Hakk’ın yolcusu idim, suallerime cevap bulurdum. “İstemez” dedim. Dedi “Sualleri bir kâğıda yazarız, heybeye ata. Fakih kâğıdın ardına cevabını yaza. Korkma utanmaktan, yüzünde allanacak hâl yok ola.” Fâni böyle deyip de ben niçün utanacakmışım dergâha vardım. Kağıdı okkayı elime alıp da ne yazacağımı bilemedim. Evvelce yazılmış sualleri okumaya karar verdim.
Sual: Komşunun bahçesinden uzanan yemişi yemek helal midur?
El cevab: Helaldur asli.
Mesele: Falan kişi aile saadetimi bozmak için sihir yapmışdır. Saadetimi muhafaza için sihir yapmam helal midir?
El Cevab: Sihir yapmak haramdur. Helal olan ayet-i kerimeler ile nefsimizi ve dareynimizi muhafaza etmekdir.
Sual: Nebiz haram midur?
El cevab: Sekre ulaşmayınca helaldur.
Sual: Er kişilere karşın içümdeki nefret haneme günah mıdur?
El cevab: Er kişilere nefret er kişilerin günahıdır. Lakin hatırlamak icab eder ki nice veli zatlar ile mübarek kimseler de erlerdür.
Sualimi hazır edince kâğıda yazmaya başladım.
Sual: Hak yolunda koşmak içün hakkımı korumak helal midur?
El cevab: Başkasının hakkına tecavüz etmeden hakkı korumak helal idür.
Sual: Karı kısmının noksanlığını bilip onları idare etmek içün hikâyeler uydurmak helal midur?
El cevab: Karı kısmı noksan değildur.
Sual: Avred kısmının narinliği noksanlık değil midir?
El cevab: Er kısmının insanlık noksanlığıdır.
Bu ne acib alimdir ki her suale yanlış cevab vermektedür. Karı kısmını kollar durup da erlikten bîhaber yaşayıptur.
Mesele: Bir kişi ekmek tezgahına “Hakkı arar idim, dolaşıb durdum. Bu yol hakkın yoludur. O ki fazla verirsin al da git. O ki noksan verirsin cehenneme git.” yazsa hükmü nedür?
El cevab: Katibine sormak icab eder. Cehennemin yolunu nasıl bilmişdir?
Aldım cevab kağıtlarını, koydum heybeme. Ayıb olmasın diye dergahtan çıkmayı bekledim. Kaybetmek gerekti bu cevabları. Olur ki avredin eline geçer, noksan aklı çomar tüyü gibi topak topak bulanır. Ateş bulup yakmalı, bıçak bulup kesmeli. Okka bulup delmeli. Yok etmeli. Olur ki bir sabînin eline geçer, bizim dere gibi bulanır aklı.
Evvel kesici bulup kesüp, delici bulup delüp, yakıcı bulup yakup evin yolunu tuttum. Karı eşikte karşıladı efendisini. “Hele Mustafa Efendi nereden gelip durusun, hanidir kağıtlarım”