İbrahim kan ter içinde uyandı rüyasından. İbrahim olmak rüyalardan kan ter içinde olarak uyanmayı gerektirirdi. Rüyaları hayra yormayı, Mevla’nın emirlerini geciktirmemeyi, yâri Yâr’e emanet etmeyi, ayrılığı, tevekkülü, selim bir kalbi, dualı bir dili gerektirirdi. Böylece Halilullah olunurdu. Öyle inanıyordu İbrahim. Bunun için kan ter içinde uyandığı rüyasını hanımına anlatıp hemen gerekeni yapmak istedi: Oğlu İsmail’i kurban etmek. Rüya, vahiy demekti. O, İbrahim’di. Oğlu İsmail’di. Bıçağın altına boynunu uzatmalıydı. İsmailler boyun eğer, kurban olurdu.
İbrahim kalktı, kahvaltı hazırlamakta olan eşinin yanına gitti. Rüyasını nasıl anlatacağını düşünürken; eşinin yüzü bembeyaz kesilmiş, dalgın dalgın yere ama arzın taa en derinlerine bakar gibi dalıp gitmiş olduğunu fark etti. “Hayırdır hanım, iyi misin?” dedi. Hanımı İbrahim’in yüzüne korkan gözlerle baktı. “Bey,” dedi. “Bir sadaka versen, kötü rüya gördüm bugün. İçim sıkılıyor.” İbrahim: “Hayırdır inşallah hanım. Anlat hele ne gördün?” dedi. Hanımı anlatmaya başladı “Uzuuun bir yol. Bir kenarı yemyeşil, bir kenarı bomboz. Bir ucu ateş bir ucu deniz. Yolun ortasında yavrumuz İsmail. Yürüyor yavaş yavaş. Gitme İsmail, gitme yavrumm, diyorum duymuyor beni. Dönüp bakmıyor. Gidiyor. Ateş tarafından deniz tarafına doğru yürüyor.” İbrahim durdu. Sustu. Kendi rüyasını anlatmaktan vazgeçti. Hanımı daha fazla üzülsün istemedi. Ama bu rüyayı kendi rüyasının da tabiri olarak düşündü. İsmail’i kurban etmeye yeltenmeliydi. Eğer o, bu işi büyük bir teslimiyetle yaparsa Rabbi ona kesin göklerden bir koç indirirdi.
Hanımına sezdirmeden İsmail’i alıp dağa çıkmalıydı. Mutfağa gitti. Kurban bıçağını aradı. Sonunda dolabın en tepesinde buldu. Bıçağı gizlice aldı. Bahçeye çıktı. Bahçede kumla oynayan oğluna seslendi. Oğlu koşarak gelip babasının dizlerine sarıldı. O sırada İbrahim’in hanımı bağırdı “Beeeeyy! Yapma! Etme! Bırak o bıçağı. Bırak yavrumu. Beni kurban et edeceksen. Oğlumuzu bırak!” Anlamıştı gördüğü rüyanın İbrahim’in rüyasına işaret ettiğini. İbrahim baktı hanımı ikna edemeyecek: “Yahu dur, ne telaş ediyorsun? Ben kadıya gidiyorum. Ona anlatacağım rüyalarımızı. Bakalım ne buyuracak?” dedi. Hanımı yalvara yakara bıçağı bıraktırdı. İbrahim yalan söylemiş olmamak için kadıya gitti.
Kadının huzuruna varınca anlattı: “Kadı hazretleri,” dedi. “Ben İbrahim. Bu gece oğlum İsmail’i kurban ettiğimi gördüm rüyamda. Öyle gösterdiler. Bizim hanım da oğlumuzun uzun bir yolda gittiğini görmüş, gitme demiş dinlememiş oğlan. Bu rüyaların hikmeti zât-ı âlilerinizce nedir ola? Eğer Rabbim benden oğlumun canını istiyorsa ben emrolunduğum şeyi yapmaya hazırım,” dedi. Kadı gür sesiyle “ Bre cahil sen İbrahim’sin diye kendini Hazreti İbrahim mi sandın? Rab Teala ne yapsın senin kana bulanmış ellerini? Yoksa sana göklerden koç indireceği hülyasına mı kapıldın?” “Yok efendi hazretleri estağfirullah. Olur mu öyle şey? Benim gibi bir aciz… olacak iş mi? Lâkin anlayamadım rüyalarımızın hikmetini.” Kadı “Sen oğlunu al, buraya getir. Burada hem ilim tahsil etsin hem hizmet etsin. Böylece Allah’a kurban etmiş olursun. Hanımının gördüğü deniz de ilim demektir. Oğlun senin gibi bir cahilin yuvasında yanmaktansa ilim yolunda yürümelidir,” dedi. İbrahim “Peki efendim,” dedi ve kadının yanından ayrıldı. Bu tabir içini rahatlatmamıştı. Doğru tabir değildi. Böyle yaparsa Rabbi İbrahim’i terk edebilirdi. Ona koç göndermezdi. Ama artık kadıya sorduğu için boynu kıldan inceydi. Kadının sözünün üstüne söz söylenmezdi. Hüküm onunsa vebal de onundu.
İbrahim eve geldi. Tuttu İsmail’in elinden. “Bunu kadıya götüreceğim. Artık ilim yoluna kurbandır,” dedi. Hanımı: “Hemen mi? Acelen nedir efendi?” dedi. İbrahim rüyasının gereğini yapmasına müsaade etmediği için hanımına kızgındı “Hemen!” diye bağırdı. Hanımı İsmail’i öptü, kokladı. “Yolun açık, ömrün uzun olsun yavrum. Sen korkma ben seni ziyarete gelirim sık sık,” dedi oğlunun kulağına. İbrahim yürüdüğü yerleri hiddetle ezerek geçti. Kadının huzuruna çıktı “Buyur kadı efendi işte rüyam. İşte İsmail’im,” dedi. Kadı İsmail’i görünce şaşırdı. Euzü besmele çekti. Makamından indi. İsmail’in önünde diz çöktü. “Buyur efendim, buyur,” dedi. İsmail’i kendi makamına oturttu. İbrahim şaşırdı. “Aman efendim ne diyorsunuz? Ne yapıyorsunuz?” dedi. Kadı “Sus efendi sus. Bana rüyamda senin evladın gösterildi. Alemlerin kadısı budur, denildi” dedi. Kadı, İsmail’in dizinin dibine oturup hayran hayran yüzünü seyretmeye başladı. İbrahim Rabbi’nin kendisine gönderdiği koçun, oğlunun edindiği makam olduğunu düşünmenin verdiği gururla evine gitti.
Kadının huzuruna padişahın ulaklarından birisi geldi. “Padişah efendimiz bir rüya görmüş tabiri için sizi huzuruna bekler,” dedi. Kadı İsmail’e danıştı “Efendim dilerseniz birlikte gidip Padişah hazretlerinin rüyasını dinleyelim,” dedi. O esnada ulak İsmail’i fark etti. “Bu? Bu çocuk?” dedi. Kadı eliyle sus işareti yaptı. Ulak “Ama ben bu gece rüyamda gördüm” dedi. Kadı bir ulağa bir İsmail’e baktı. “Efendi hazretleri bu gece hepimizi ziyaret etmişler demek,” dedi gülerek. Birlikte saraya gittiler. Padişahın huzuruna çıktılar. Padişah İsmail’i görünce dehşete kapıldı “Bunu nerden buldun kadıı!” diye ünledi. Kadı “Efendi hazretleri bütün alemin kadısıdır efendim. Bana mânâ âleminde öyle buyrulmuştur,” dedi. Padişah “Olmaz. Olamaz,” dedi telaşla. “Benim rüyamda bu çocuk imparatorluğumuzu toz duman ediyordu. Sarayımı başıma yıkıyordu. Askerler! Tez bunu hapsedin. Yaşlanıp ölene kadar zindanlardan çıkmasın. Hatta reşit olur olmaz kellesi vurulsun,” dedi.
Kadı telaşlandı “Aman efendimiz acele karar vermeyiniz. Rüyanızı anlatın biz yoralım dilerseniz,” dese de padişaha laf dinletemedi. Askerler İsmail’in kolundan tutup zindana doğru götürdüler ama zindana atamadılar. Zira o gece onlar da İsmail’i rüyalarında görmüşlerdi. Birisi İsmail’i öldürürken bir aslan tarafından yenildiğini, diğeri İsmail’i nurlar içinde parlayarak uçarken görmüştü. Bu yüzden İsmail’i atamadılar zindana. Gizlice saraydan çıkardılar. Çıkardılar çıkarmasına ama ne yapacaklarını, çocuğu nereye saklayacaklarını da bilemediler. İçlerinden birinin aklına bir fikir geldi. “Bugün gelen elçiye götürelim. Al bu çocuğu kendi ülkenize götür, diyelim,” dedi. Bu fikir diğerinin aklına pek yatmadıysa da şanslarını denemekten zarar gelmeyeceğini düşündü. Askerlerden birisi saraya döndü, elçinin misafir edildiği odaya gitti. Dinlenmekte olan elçiyi yalvar yakar sarayın dışına çıkardı. Arkadaşıyla İsmail’in yanlarına getirdi. Dediler ki “Böyle böyle. Al bu çocuğu kendi ülkene götür. Bak göreceksin bu büyük adam olacak,” dediler. Elçi çocuğun yüzüne dikkatli dikkatli bakınca heyecanlandı. Çocuğun elini eteğini öptü. Askerlere “Ben sabahı beklemeyeceğim. Atımı getirin şimdi gideyim,” dedi. Askerler elçinin atını getirdiler. Elçi İsmail’i de alıp dörtnala uzaklaştı.
Elçi de o gece İsmail’i rüyasında komutan olarak görmüştü. Gizli saldırı için pusuda bekleyen ordunun komutanı. İsmail’i aldı otağına. Ona kendi zırhını uyarladı, ayarladı. En iyi atlardan birine bindirip ordunun önüne geçirdi. Herkes İsmail’i gerçek komutan sandı. İsmail atı dehledi. Ordu hücuma kalktı. Padişahın askerleri durumu fark edince tellallar eli silah tutan herkesi meydana çağırdı. Toz dumana karıştı. Padişahın ordusu mağlup olmuştu. Savaşın son anlarında İbrahim at üstündeki İsmail’i gördü. Bilemezdi tabii o zırhın içinde oğlu olduğunu. Salladı kılıcı savurdu zırha doğru. Zırh sağlamdı. Kılıcı geçirmedi ama kılıç da kılıçtı hani. Şiddetinden uçurdu İsmail’i. İsmail uçtu uçtu uçtu, okyanusa düştü. Dibe doğru batarken zırhın başını çıkarmayı başardı. O sırada büyük bir balıkla göz göze geldi. Balık da İsmail’i rüyasında görmüştü. “Bu,” dedi “Rüyama giren avım.” Yuttu İsmail’i. İsmail yıllarca balığın karnında yaşadı. Balık İsmail’den sonra hiç acıkmadı.
İsmail büyüdü. Ben deyim yirmi siz deyin yirmi beş yaşına geldi. Canı balık çeken prensesi gemiyle balık ziyafetine çıkarmıştı Kral babası. Okyanusa sarkıtılan oltalardan birine İsmail’in balığı takıldı. O güne kadar hiç acıkmayan balık, saray yemini görünce nefsine yenik düştü. Tabii koca balığı görünce çok sevindi Prensesin hizmetkârları. Hemen karnını yardılar. Yardılar ki bir de ne görsünler içinde bir delikanlı. Prenses “Ah, dedi. “Acaba Tanrı benim prensimi ayağıma mı gönderdi. İsmail’e yaklaştı. Hoş geldiniz dedi. Biraz sohbet muhabbetten sonra. İsmail’in boynundaki madalyonun içinde ne olduğunu sordu. İsmail annesiyle kendisinin fotoğrafı bulunan madalyonu açınca. Prenses oracığa yığılıverdi. Zira o meşhur gece, Prenses daha anaokulu öğrencisiyken İsmail’i görmüştü rüyasında.
E. Ecran