Hüsn-ü Nevra

Emine Ecran Şenel

Gözlerimde Nevra’nın gözleri var, çünkü o hep benim gözlerime bakar. Nevra bakar. Öyle bir bakar ki gözleri baktığı yere nakşolur. Nevra düşünür. Öyle bir düşünür ki düşünceleri dünyadaki tüm zihinleri kuşatır. Nevra dokunur. Öyle bir dokunur ki dokunduğu yerler yeşerir, çiçeklenir. Nevra ne yapsa tam yapar, dibine kadar yapar. Güzel yapar. Mükemmel yapar. Muntazam yapar. Nevra susar. Öyle bir susar ki suskunluğu dağlarda yankılanır. Ah Nevra, susmanın zehrini içmeyi öğretmeseydim sana.

Nevra bana geldiğinde on beşinde körpecik bir kızdı. Güzeldi. Masumdu. Çocuktu ama olgundu. Anam görmüş beğenmiş. “Komşunun kiracısı. Başka milletten ama dilimizi biliyor. Becerikli. Sessiz sakin. Az konuşuyor, ağzı var dili yok. Hanım yani,” dedi. Az konuşmazsa hanım sayılmazdı çünkü. Ertesi gün babam la gitmişler evlerine, babasından istemişler Nevra’yı. Babası vermiş. Alıp geldiler bu senin karın, bizim de gelinimizdir, dediler. Eyvallah, dedim. Yüzüne bakamadım. O da bakmıyordu zaten. Nikâh kıyıldı, yemek dağıtıldı. Evin bir odası bize tahsis edildi. Artık kardeşimle aynı döşekte yatmayacaktım. Artık bir odam vardı. Büyümüş, adam olmuştum. Koca olmuştum. Düğün yemeği sırasında babam yanıma geldi. Eğildi kulağıma “Karı milletinin dersini ilk günden vermezsen başına çıkar,” dedi. Kafa salladım. Tamam demekti bu. Kafa sallamak, tamam demek, boyun eğmek en iyisiydi. Yapmazsan yoksun. Yaparsan da yoksun. Salla kafanı.

Nevra’yla başbaşa kalınca çocukluğu kayboldu Nevra’nın. Karı milletinden oldu. Kaldırdım elimi, okkalı bir tokat nakşettim yüzüme. İlk günden dersini vermek gerekmiş. Nevra yere düştü. Tuttum elinden kaldırdım. Alnından öptüm. İki damla yaş düştü gözlerinden. Düşen yaşlar deldi geçti düştüğü yeri. İçimi.

Nevra bizim evde büyüdü. Bizim evi büyüterek. Hepimizi o yedirdi, içirdi, giydirdi. Anamı, babamı, üç erkek kardeşimi, beni ve iki yavrumuzu. Ah demedi, of demedi. Az konuştu, çok çalıştı. Hanımefendiliğini hiç bozmadı yani. Kafasını yerden kaldırmadı, kölenin efendisini dinlediği gibi dinledi tüm buyrukları. Bir tek benim gözlerime bakmak için kaldırdı başını. O bakardı ben anlardım. Ne istiyor, ne istemiyor, yorgun mu hasta mı, anlardım. Anlardım da anlamazdan gelirdim. O da bilirdi anladığımı, anlamzdan geldiğimi. Kırılırdı. Ben de bilirdim kırıldığını. O kırılınca ben ufalanırdım, paramparça olurdum. Bilir di o. Bu yüzden kaldırırdı kafasını, bakardı gözlerime. Ah Nevra, bakışlarındaki ışığı söndürmeye zorlamasaydım seni.

Nevra bize geleli, benim olalı, evim olalı on beş yıl olmuştu. Bir gün kapı çaldı. Anası babası erkek kardeşi gelmişlerdi. İçeri buyur ettik. Nevra çok mutlu olmuştu. Gözlerime baktı, anladım mutlu olduğunu. Yemek yedik, çay içtik. Çay içilirken Nevra’nın babası memlekete dönmek için yola çıkacaklarını söyledi. “Savaş,” dedi. “Memleket karıştı,” dedi. “Gidip vatanımızı korumamız lazım,” dedi. Nevra “Ben de,” dedi heyecanla. “Ben de!” Hızla kafamı Nevra’ya çevirdim. “Olmaz!” diye bağırdım. Nevra kafasını eğdi. Gözlerinden yaşlar boşaldı. Yaşlar içime yağdı. İçimi yaktı. Babası da zor duyulur bir sesle “Yavrum. Olmaz kızım,” dedi. “Senin memleketin burası.” Nevra daha çok eğdi kafasını. Daha çok aktı gözündeki yaşlar. Daha çok yaktı içimi. Ah Nevra, Seni haklı bulmuş savcılar, yargıçlar, hakimler. Bir yudum ses çıkaramazken ben, nasıl anlatayım yanlış bu hükümler.

Nevra’nın ailesi gittiler. Nevra’nın ruhunu, kalbini, sesini, sözünü de alıp gittiler. Az konuşan Nevra artık hiç konuşmuyordu. Bizim oğlanın telefonundan memleketinde vurulan çocukları, ölen anneleri, yıkılan evleri izliyor, ağlıyor, ağlıyor, ağlıyordu. Kızımız anasının kucağına oturup gözyaşlarını siliyordu. Oğlumuz “Sen üzülme annem ben büyüyünce hepsini vuracağım o kafirlerin. Sana memleketinden en güzel evi alacağım sana,” diyordu. Ben… Ben? Ben hiçbir şey yapamıyordum. Nevra’nın yüzüne bakamıyordum. Suçlu hissediyordum kendimi. Ah Nevra, seni senden almasaydım, kendimi suçluluk mapusuna tıkmasaydım.

Artık Nevra’nın yaptığı yemeklerde, demlediği çaylarda, kahvelerde gözyaşı vardı. Çiçekler ekiyor, çiçekleri gözyaşıyla suluyordu. Dualar ediyor, gözyaşlarıyla büyütüyordu dualarını. Bir gün azıcık da olsa mutlu olsun diye ona belediyenin parkından Hüsnü Yusuf çiçeği tohumu getirdim. “Bunları da bahçeye ekersin, güzel çiçek açıyor,” dedim. Aldı. Kafasını kaldırır gibi yaptı. Gözlerime bakacaktı. Sonra vazgeçti. Ah Nevra, vazgeçmenin dikenli aşını yedirmeseydim sana.

Ertesi sabah ekti getirdiğim tohumları. Heyecanla bekledim çiçeklerin çıkmasını. Sanki o çiçeklerle birlikte Nevra yeniden açacaktı. Bir sabah boy verip yapraklarını çıkardığını gördüm çiçeklerin. Koşa koşa Nevra’nın yanına gittim. Elinden tutup bahçeye çıkardım. “Bak çıkmışlar. Çiçek de açacaklar rengârenk,” dedim. Nevra bana bakmadı yine. Çiçeklere de bakmadı. Elime baktı. Elini tuttuğum eline. İlk defa tutuyordum elini. Bırakmadım. Bir şey desin istedim. Demedi. İndirdi gözlerini. Başını eğdi. Gitti. Her fırsatta gittiği yere, seccadesinin başına gitti. Açtı Kuranı Rabbiyle konuştu. Sessizce. İçlice.

Bir sabah telefona gelen mesaj sesiyle uyandım. Gönderen Nevra’nın babasıydı. “Nevra’nın annesiyle kardeşi şehit oldu,” yazıyordu mesajda. İçime düşen korun ateşiyle fırladım yataktan. “Nevra!” Nevra seccadesinde. Rabbiyle. Bakmadı bana. Yanına gidemedim. Ağlamamak için derin nefes alıdım. Annem gördü, ne olduğunu sordu. Cevaplayamadım. Elimle git işareti yaptım. Bu ateşin yakıcılığını annem anlayamazdı. O çok ölümler görmüş geçirmişti. “Allah rahmet eylesin,” der geçerdi. Bilemezdi. Bu ölenler sadece Nevra’nın annesi ve kardeşi değil, bilemezdi. Ölen bizdik, anlayamazdı. Bahçeye çıktım. Hüsnüyusuflardan iki tanesi açmıştı. Nevra’yı çağırdım. Çiçekleri gösterdim. Nevra dizlerinin üstüne çöktü. Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı. Şehadet parmağını göğe kaldırdı. Derin nefesler aldı, benim gibi. Ağlamamak için. Seccadesine gitti. Ben de gidip yanına oturdum. Kuran’dan bir sayfayı açtı, rahleyi benim önüme koydu ve gitti. Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma! Bilâkis onlar diridirler; Allah’ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleriyle sevinçli bir halde rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehid kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar. Onlar Allah’tan gelen bir nimet, bir lütuf sebebiyle ve Allah’ın, müminlerin ecrini zayi etmeyeceği müjdesi ile de sevinç içerisindedirler.[1] Ah Nevra, seni götüreceğim söz veriyorum.

Birkaç gün sonra komşunun genç oğlu geldi bize. “Filistin’e…” Nevra koşarak yanımıza geldi. Memleketinin adını duyunca heyecanlandı. Gencin yüzüne merakla baktı. “Filistin’e yardım topluyoruz. Gemiyle götürülecek yardım. Siz de yardım etmek isterseniz diye bir uğradım,” dedi. Bir Nevra’ya baktım bir gence. Bir Nevra’ya baktım bir yavrularımıza. Bir Nevra’ya baktım bir evimize. Tuttum gencin kolundan. Bahçeye, hüsnüyusufların yanına götürdüm. “Ben elimden gelen yardımı yaparım ama diyorum ki yengenle ben de binsek gemiye. Onun memleketi ne de olsa. Belki babasını buluruz,” dedim. Genç “Abi o iş biraz zor, gemiye binseniz bile babasını bulmak… Neyse, ben yine de vakıftaki abilere sorarım,” dedi ve gitti. Kabul etmiş vakıftaki abiler. Sevindim. Söylemedim Nevra’ya. Bir pürüz çıkarsa boşuna ümitlenmesin diye.

Gidince ne yapacaktık, geri dönüşümüz olacak mıydı, olmalı mıydı, bilmiyordum. Düşünmüyordum. Yavrularımız? Anamla babama emanet edecektim onları. “İyi bakın,” diyecektim. Öyle yaptım. Gemiye bineceğimiz sabah söyledim evdekilere. “Biz gideceğiz, hakkınızı helal edin,” dedim. Anamla babam karşı çıktı. Ben de onlara karşı çıktım. İlk defa. İlk defa var oldum. Evlatlarımın alınlarından öptüm. “Siz büyüyünce, annenizin çiçekleri tüm memleketi sarınca siz de geleceksiniz yanımıza,” dedim. Cesurdu benim yavrularım. Anaları öyle yetiştirdi. Başları dik, göğüsleri kabarık, gözleri yaşlı olarak uğurladılar bizi. Tuttum Nevra’mın elinden çıktım evden. Bahçeye, çiçeklere son kez baktığımızda çiçeklerden birinin daha açtığını gördük. Nevra şehadet parmağını göğe kaldırdı. Yüzünü de. Derin nefes aldı.

Yola çıktık. Günlerce yol aldık. Sonunda vardık. Yolumuzu silahlı mahluklar kesti. Vakıftaki görevliler belgeler gösterdiler o mahluklara. Yine de geçirmediler bizi. Beklettiler. Beklettiler. Gemide sabahladık. Gemide akşamladık. Bomba sesleri silah sesleri geliyordu sık sık. Gökyüzü hep kızıl. Barut ve duman kokusu genizleri yakıyordu. Üç günün sonunda çekildiler yolumuzdan. Kolileri taşıdık. Oradaki insanlara, Nevra’nın hemşehrilerine yetiştirdik. Nevra yürümeye başladı, hızlı hızlı. Ben de ardından yürüdüm. Evlerini arıyordu, biliyordum. Bulamayacağını düşünüyordum. Her yer enkaz. Her yer beton yığını. Neredeyse dümdüz edilmiş bir şehir. Nasıl bulabilirdi? Buldu ama. Yarısı yıkılmış yarısı sağlam kalmış bir eve doğru koştu. Enkazın içinden bir kaç parça eşya çıkardı ağlayarak. Bir tane bez bebek çıkardı. Bana gösterdi. Gülümsedi. Demek bu senindi Nevra’m. Demek çocukluğun burada. Enkazın içinden sarkan bir el gördük. Zar zor kaldırdığımız yığının içinden Nevra’nın babasının cansız bedenine ulaştık. Şehadet parmağımızı göğe kaldırdık. Bulabildiğimiz boş bir yere babayı defnettik.

Gemiyle dönmedik. Evin sağlam kalan tarafında yaşamaya başladık. Nevra’yı ilk defa yaşarken görüyordum. Kendimi de. Gelirken başörtüsünün içine sakladığı tohumları bahçeye ektik. Çiçeklerin önce yeşermesini sonra çiçeklenmesini bekliyorduk. Nevra’nın komşularını ziyaret ettik. Anlaşamasak da tanıştık, kaynaştık. Bazı sokaklarda cansız çocuk bedenlerine rastladık. Başlarında ağlayan analara. Ağladım. Dizlerimin bağı çözüldü. Yürüyemedim. Nevra elimden tuttu. İlk defa. Gözlerime baktı. “Onlar şehit oldu. Darısı bize,” dedi. Onurla. Gururla. Gülümseyerek. Kalktım. Ayaklarıma Kudüs gücü, imanıma Gazze imanı eklendi. Yürüdüm. Sen konuş Nevra’m, sen susma, ben yürürüm. Sen gül, ben koşarım. Sen sevin, ben uçarım.

Bir gece bomba sesleriyle uyandık. Evin sağlam tarafı da başımıza yıkıldı. Nevra’nın elini tuttum. Çok karanlıktı göremiyordum. Bomba sesleri kesilince seslendim “Nevra?” Ses yok. Bekledim. Derin nefesler aldım. Yeniden “Nevra?” Daha cılız bir sesle “Nevra?” Nevra ses vermiyor. Nevra yine sustu. Bekledim. Öylece bekledim. Elini bırakmadım. Sabaha karşı buz gibi oldu eli. Sabah kafasına düşen beton parçasını gördüm. Ah Nevra… Zar zor kaldırdım betonu. Yüzünün kanlarını temizlemeye çalıştım. Öptüm. Kucağıma aldım bahçeye çıkardım. Tüm bahçe rengârenk açan Hüsnüyusuflarla kaplanmış. Gözlerimde Nevra’nın gözleri var.

E.Ecran

________________

[1] Âl-i İmran Suresi 169-171