Pop yıldızı yaşıtını ekranlarda görmeye devam ediyordu. Tüm ışıltısı ve yıllara meydan okuyan performansı ile hep sahnelerdeydi. O ise her geçen gün biraz daha içine çekiliyor, toprağa biraz daha eğiliyordu. Tavana dikilmiş televizyon olmasaydı başını yerden kaldırma gereği duymayacaktı. Tekerlekli sandalyesinde salonun herhangi bir yerine konulmuş bir biblo gibi duruyordu. Yanındaki tüm biblolarla güneşe yüzünü dönmüş çiçekler gibiydiler. Hayata dair her şey ekranda akmaktaydı. Kumanda kendisi dahil hiçbir biblonun eline geçmezdi. Mezar taşları kadar soğuk bakıcıların iradesine bağlıydı hayat.
Bu sabah, onu uyandıran bülbül sayesinde erkenciydi. Bir süre hiç kıpırdamadan bülbülü dinledi. Bu sesi duyabilmek bile bir mucizeydi onun için. Kırılmadan uyanmayan bibloların aksine seslenilince uyanan tek bibloydu kendisi. Herkes ona Asiye Hanım diye seslenirdi. Diğerleri gibi ya hanım ya beydi, katiyen nene-dede denilmezdi.
Asiye Hanım şubat ayında yetmiş beşinci yaşını devirmişti. Dört yılda bir kutladığı doğum gününü yaşlanınca sevmeye başlamıştı. Hem etrafında onun gibi buruşturulup atılan nicesi vardı. Nedendir bilinmez ama bu durumdan farklı bir haz alıyordu. Adamakıllı işiten bir tek kendisi olduğu için ekranlardaki pop yıldızı burada kendisi sayılırdı. İçine dolan sahne ışıltısı nihayet hareket edecek gücü vermişti. Ağır çekimde yatağından kalktı, et ve kemik yığını olarak gördüğü bedenini sandalyeye doldurdu.
Kaldığı odanın uzunca penceresine dönük öylece durdu. Bülbül söyledikçe şarkılarını, Asiye Hanım hayat doluyordu.
“İçmek ister bülbülün kanın meğer bir renk ile
Gül budağının mizacına göre kurtare su”
Artık Asiye Hanım da dile gelmişti. Mest olmuş bir şekilde bülbüle yoldaş oluyordu. Bülbülün şarkıları Asiye Hanım’ın hafızasından güller deriyordu. Dile gelen her beyitte elli yıl önceki Asiye’yi hatırlıyordu. Gencecik, güzeller güzeli Asiye. Üstelik zamanının tahsil görmüş nadir hanımlarındandı. Anneannesi Mehpare Hanım’ın göz bebeği olarak büyümüş, soylu ailesine yaraşır bir evlat olmuştu. Daha dün raks ediyordu sanki. Daha yeni denizden çıkmış, havlusuyla kurulanıyordu. Annesinin düzenlediği sosyete partilerinde arzı endam ediyor, cemiyetin en gözde delikanlılarını güzelliği ile baştan çıkarıyordu. Paris’in en ünlü terzilerinden giyiniyor, ülkesine gönüllü modellik yapıyordu. Mehpare Hanım’dan işiterek ezberlediği gazelleri, kasideleri ecnebilerin beğenisine sunuyordu. Asiye elli yılı ne kadar da çabuk tüketmişti. Gözünde anlık bir ışık yakan nice hatırası önünde sonunda donuk bir bakış bırakacaktı ona. Bülbül artık şarkı söylemiyordu. Bülbülün her ötüşü içindeki yangına odun taşıyan bir ağıttı artık. Öyle ki artık hiçbir şey hatırlamak istemiyordu. Dayanamadı, çocuk gibi ağlamaya başladı. Hastaneden farksız bu bakımevinde bir ölüden daha cansızdı. Her gün ölümü arzuluyordu ama hep elli yıl öncesine dönmek istiyordu. Bülbülün konduğu şu ıhlamur ağacını koklamak istiyordu. Ona yedirilen pürelerin hangi meyveden yapıldığını bakıcılara sormadan bilmek istiyordu. Gençliğinde ona gıpta ile bakan insanlarla artık eşit bir hâldeydi, bakıma ve azraile muhtaçtı.
Saat yedi. Asiye Hanım ağlamaya devam ederken odanın kapısı çok gürültülü bir şekilde açıldı. İçeri giren bakıcı elindeki ilaç kutusundan bir hap alıp Asiye Hanım’ın ağzına sokuverdi. Komodinin üzerindeki sürahiden su doldurup Asiye Hanım’a zorla içirdi ve aynı gürültüyle kapıyı kapatıp gitti. Asiye artık tam bir çocuktu. Anneannesinin kucağına koşup evdeki hizmetçileri şikâyet etmek istiyordu. Genç annesinin ahbaplarına dil çıkarıp onların içeceklerine tuz koymak istiyordu. Asiye yeniden çocuk olmak istiyordu.
Saat sekiz. Asiye Hanım ağlamaktan bitap düşüp sandalyesinde uyuyakalmıştı. Kapının açılmasıyla uyandı. Bakıcı elindeki kahvaltı tabağını hızlıca ayaklı masaya koydu ve masayı Asiye Hanım’ın önüne sürdü. Yine aynı çeviklikle odadan çıktı. Asiye Hanım tabağa baktıkça midesi bulanıyordu. Kahvaltılıkların renkleri, şekilleri farklı olsa da hepsi aynıydı: tatsız ve kokusuz. En son ne zaman iştahla bir şeyler yemişti, hatırlamıyordu. Zoraki üç beş lokma attı ağzına. Çiğnediği her şey kurşun olup midesine düştü. Devam etmesi gerektiğini biliyordu. Yoksa bir saat sonraki ilaç alımında kurşun değil füze atılacaktı midesine. İçinde inleyen nağmeler çalıyordu.
Saat on iki. Bibloların ne var ne yok bakışları artık yorgun düşmüştü. Herkes günebakanlar gibi televizyona bakmaktaydı. Yarım saat sonra öğle yemeği için güneş kapatılacaktı ve yine tatsız tuzsuz bir şeyler yemek için yemekhaneye sürüleceklerdi. Asiye Hanım için yemek saati eğlenceliydi. Sürekli üstüne dökenler, ağzına koyduğu çorbayı yutmayı unutanlar, kaşığındaki yemeği etrafına fırlatanlarla tam bir deliler meyhanesinde gibiydi. İşte seyir başlamıştı. Asiye Hanım gururla yemeğini yiyor, etrafına muzip bakışlar fırlatıyordu. Birkaç biblonun donuk bakışları onun üzerinde iyice buz kesmişti. Kıskanılıyordu ve bu durumdan inanılmaz bir zevk alıyordu. Kaslarına olan hakimiyeti elli sene önceki gücünü hatırlatıyordu.
Saat iki. Yemekten sonra ona oda arkadaşı geleceğini söylemişlerdi. Hâlâ gelen giden yoktu. Son beş yıldır bu kutu gibi odada tek başına kalıyordu. Bu yenilik canını bir hayli sıkmıştı. Bir yandan da mezarına çiçek dikilecek gibi hissediyordu. Gelgitli hisleriyle boğuşurken koridordan ayak sesleri gelmeye başladı. Kapı yine bağıra çağıra açıldı. Bakıcı elindeki yeni nevresim takımını yatağa serdi. Asiye Hanım sormaya çekiniyordu ama meraktan da çatlıyordu, acaba gelen kişi kimdi. Soramadı. Bakıcı işini bitirince odadan çıktı ama kapıyı kapatmadı. Az sonra kolunun altında bir yastık ve elinde bir bavulla bir kadın geldi. Bu kadın yaşlı olmasına rağmen gayet dinç ve sağlıklı görünüyordu. Asiye Hanım’ın mezarına çiçek değil diken dikilmişti.
Kadın içeri girdi, yatağına oturdu ve çekingen bir selam verdi. Asiye Hanım o çekingenliğe kibirli bir bakış attı. Bir süre etrafına bakınan kadın bir anda çok önemli bir şeyi hatırlamış gibi ayağa kalktı. Bavulunu açmak için eğildi ve bavulun içinden bir fotoğraf çerçevesi çıkardı. Çerçeveyi Asiye Hanım’a uzattı ve ekledi: ailem.
Fotoğrafta bir kadın ve bir adam hastane odasındaydı. İkisi de içten bir gülümsemeyle poz vermişti. Kadının kucağında yenidoğan bir bebek vardı ve bebek de gülümsüyordu. Asiye Hanım bebeği görür görmez kalbi sızlamaya başladı. Boğazı düğüm düğüm oldu ve yüreği özlemle doldu. Nasıl oldu bilmiyordu ama o bebeğin kokusunu duymaya başladı. O kokuyla birlikte içeri dolan ıhlamur kokusunu da duyuyordu. Bu bir mucizeydi. Yıllar sonra ilk defa koku duyuyordu. Ağlamaya başladı. O kadar çok ağladı ki karşısındaki kadın da onunla birlikte ağlamaya başladı. Bir süre sonra bakım evinin psikologu içeri girdi: “Asiye Hanım kızınızla hasret giderdiniz mi?”