Gülhan Hanım’ın, hiç şaşmaz, otuz yedinci basamağa geldiği zaman nefesi tükeniverirdi. Ciğerindeki nefes yetmezdi. Kocaman bir nefes alırdı. Koca bir hohlamayla ciğerindeki nefesi geri bırakırdı. Nefise Hanım bu hohlamayı duyarsa kapıyı açar; Gülhan hanımı evine davet ederdi. Buyur gel Gülhanım derdi soluklan, bir bardak su iç. Bazen buyur gel Gülhanım derdi bak elmalı kurabiye de yaptım veya aşure pişirdim, komposto kaynattım sana ikram edeyim, iki lafın belini kıralım. Gülhan hanım bundan on yıl önce daha Nefise hanım menüyü saymaya başlamadan hatta kapıyı açmadan; henüz ikinci derin nefesin başındayken Nefise Hanım’ın tenceresini hangi yemek tıngırdatıyor bilirdi. Kokuyu sevmişse kendini zorlar üç adım daha atıp tam Nefise Hanımın kapısının önünde derin bir hoh daha verirdi. Şimdi bilmez oldu. Duymaz oldu, kokuları almaz oldu. Kim ne yemek yapmış, bu deterjan nasıl kokuyormuş, bir bebenin boynunda cenneti duymak nasılmış, peygamber kokusu gül nasıl reyhalarmış hepsi yok olmuştu. Görmeyene kör denir, duymayana sağır, koku almayana ne denir? Gülhan Hanım da ne denir bilmediğinden koku körüyüm derdi, kokuları duymuyorum.
Tam otuz yedinci basamağa gelmişti Gülhan Hanım. Derin derin nefes almış, vermiş. Nefise Hanım kapıyı açmış, buyur gel demiş bak zeytinyağlı sarma yaptım, tazecik yapraklar asmadan yeni topladım. Gülhan Hanım’ın o eski iştahı yoktu, koku körü olduğundan beri yemeklerin tatlarını da duymaz olmuştu. Sağ olasın dedi, ben yavaş yavaş eve çıkayım. Nefise Hanım gelmemesine alışmış ya fazla üstelemeden kapıyı kapatmıştı. Gülhan Hanım dinlene dinlene merdivenleri çıkarken anlatmaya başlamıştı ne çok sarma sarardık, su gibi yapraklar kalem gibi sarmalar. Bi masanın etrafına toplanır hem söyler hem sarardık, hem güler hem yerdik. Gülhan Hanım sonunda evine ulaşmıştı. Elindeki poşetleri mutfağa bırakmış, biraz dinlenmek için koltuğa uzanmıştı. Zaten Gülhan Hanım hep dinlenirdi, ne yapardı da dinlenirdi, ne yapmazdı da dinlenirdi bir Allah bilir. Dinlen Allah dinlen. Uyanırdı, çayı koymadan biraz dinlenirdi, yemek yerdi toplamadan biraz dinlenirdi. Kitap okurdu yatmaya gitmeden biraz dinlenirdi. Gülhan Hanımı görenler onu dinlenmek için yaşadığını düşünürdü. Neyse ki kimse görmüyordu. Zaten pek yaşamıyordu. Gülhan Hanım dinleniyordu. Dinleyecek, dinletecek pek kimsesi olmayınca o da n’apsın dinlenmeyi bulmuştu.
Gülhan Hanım şöyle bir dönüp geçmişine bakmaktan çekiniyordu. Geçmişine baktıkça şimdisini beğenmemekten korkuyordu. Eğer bugününü beğenmezse ne bileyim Allah muhafaza kendini koyduğu bu dinlenme kapsülünden çıkmak zorunda kalırdı. Dinlenmekten başka şeyler yapması gerekirdi. O zaman ya dinlenecek vakti olmazsa şeytan bacağına kurşun artık kendine yer edindiği şu kanepeden izi silinirse napardı? Bu korkuları düşünürken ufaktan merak etmedi desek yalan olur şimdi. Ama Gülhan Hanım kendisine bile çaktırmadı, sadece ufak bir aksiyon almaya karar verdi. Mutfağa gidip bir çay koydu. Önceden olsa bardağına iki dal karanfil bir yaprak taze nane atardı. Artık ne naneyi kokluyor ne karanfili duyuyordu. Karanfil bir kavanozun içinde bayatlamış, naneler çoktan kuruyup ufalanmıştı. Sade bir çay içti Gülhan Hanım. İçince inanmazsınız bir cesarettir yakasını bırakmadı. Çaydan aldığı kuvvetle şu koltuğun sağında duran televizyon ünitesinin altındaki çekmeceyi açıverdi. Yetmedi orayı şöyle bir el yordamıyla karıştırıverdi o da yetmedi, usb’yi buldu, bilgisayara taktı. Kaç yılı şu küçücük dikdörtgen şeyin içinde kendinden saklamıştı. Çayından bir yudum daha aldı, dosyaları görüntülemek için klasörü aç, telefon, kamera ve tık. İlk fotoğraf açılmıştı.
Telefonu ilk aldığında yaptığı deneme çekimlerinden biriydi. Babasına telefonu gösterirken dur bi seni çekeyim, demişti. Nasıl da o günü hatırlıyordu. Fotoğrafa bakınca babasının gözünde kendisini izlemekten duyduğu mutluluğu ve her zaman taşıdığı o endişeli hüznü görüyordu. Belki de o kadar para verip aldığı telefonun pamuklarda saklanmasını istemesinin endişesiydi ya da kızının bu telefonla neler yaşayacağının merakıydı. Gülhan hanım gülümsedi, büyük ihtimalle bu endişenin benimle bir ilgisi yoktur diye düşündü. Öyle ya babam hep bizim yanımızdaydı ama hiç bizimle olmazdı. Başka yerlerde dolaşır bize bakardı. Babam biz körüydü. Güler konuşur, eğlenir, dert dinler, kızar, kızdırır ama aradan üç gün geçtikten sonra tüm yaşadıklarımızı unuturdu. Anlatırdım hatırlamazdı. Ben anlatırken babam, geleceğe duyduğu kaygıyı düşünürdü. Babam an körüydü.
Başka bir fotoğraf seçti Gülhan Hanım. Yanlışlıkla çekilmiş bir fotoğrafa benziyordu. Kendisini gördü. Gülhan Hanım, mutfak masasının başında, ayakta durmuş karşısındakine gülüyordu. Dinliyordu. Ellerini leğen kemiklerine dayamış kendinden güç alarak dinleniyor, karşısındakini dinleyip gülümsüyordu. Gerçekten. Kahkaha atmıyordu ama gözlerinin kenarı kırışmıştı, boynunu sola eğmişti. Kâküllerinden birkaç tel alnına yapışmıştı. Masada yarım kahve vardı. Gülhan Hanım, çocuklara bol şekerli bir Türk kahvesi içirir, sonra kapatır fallarına bakardı. Üç vakte kadar okurdu çocuklar, yaz tatilinde çok eğlenirlerdi, arkadaşlarıyla oyun oynarlardı, çok iyi bir doktor, avukat, ressam, pastacı olurlardı. Boy boy çocukları olurdu belki, beraber dondurma yemeye giderlerdi. Gülhan hanım, ki o zamanlar ablaydı, fallarda çocukların hayallerini görmeye bayılırdı. Çocuklara ne hayal edeceklerini fısıldamaya bayılırdı.
Sıradaki fotoğrafı seçmece değil rastgele açtı Gülhan Hanım. Oturduğu yerden odayı çekmiş. Anlaşılan Gülhan Hanım geçmişinde de hep evindeymiş. Penceresinden görünen gün batımını çekmiş. Kadrajın sağında masası. Masasında yarım bardaklar, çerez kabukları, arasına kalem konmuş bir defter. Gülhan Hanım o defteri ne çok karalamıştı; yazılar, çizgiler, alıntılar, akışlar. Defterin arkasında 404 yapıştırıcı. Yapıştırıcının kokusunu anımsadı Gülhan Hanım. Anımsamak değildi bu hatırlamıştı. Tüm kokular gitgide silikleşirken yapıştırıcı dörtnala koşup ön bellekte yerini almaya çalışıyordu. Okul için hazırlanan ödevler, iki parmağı birbirine yapıştırmaya çalışmak, ev yapımı hediye hazırlanan albümler ve babamın hediye ettiği çerçeve. O gün o masada babamın bana hediye ettiği çerçeveyi tamir etmeye çalışıyordum. Raftan düşmüştü, kırılmıştı. Çok değil ama net kırılmıştı. Paramparça olmamıştı. Böyle ortadan ikiye kırılmışlığına şüphe bırakmayacak şekilde ayrılmıştı. Görende tamir etme eskiye döndürme umudu oluşturacak kadar düzgün kırılmıştı. İçimdeki umutla ben de eskiye döndürmeye çalışmıştım önce güzelce yapıştırıcıyı sürmüştüm, ellerim yapışmıştı, masaya serdiğim kâğıt yapışmıştı, ha çerçeve de yapışmıştı ama çok eğreti olmuştu. Kırılan yerlerden irin gibi yapıştırıcı sızmıştı. Kintsugi yapayım demişti, altın tozunu kim bulacak sim kullanmıştı. Denedikçe daha kötü olmuş en sonunda pes edip çöpe atmıştı. Babasını aramıştı sonra, hâlini hatrını sormuştu. Sana üzücü bir haberim var demişti, hani bana hediye ettiğin çerçeve var ya kırıldı o, kurtaramadım. Hangi çerçeve diye sormuştu babası, bir türlü hatırlayamamıştı. O hatırlamadıkça kırılmıştı Gülhan Hanım, kendini iyileştiririm sanmıştı ama yapamamıştı.Çok eğreti olmuştu, yapıştırdığı yerlerden irin gibi kırgınlık sızmıştı. İrinler büyüdükçe kör olmuştu Gülhan Hanım. Kendine kör. Yaşamaya sağır olmuştu.
Sonra iki bardak çay aldı, kendininkine bayat karanfil attı. Apartman sarma kokuyor muydu acaba? Duymuyorsa sormaya gitti. Nefise Hanımın sarmalarına kör olmak istemedi.