________________
Elimin üstündeki yara bandıyla oynarken bir kenarını kaldırdım. Su içen kardeşim araba kasisin üstünden geçince suyu da üstümüze boşalttı sağ olsun.
“N’apıyorsun Emirhan ya!” Mahcup mahcup bana bakarken yara bandı ıslandığı için diğer kenarları da kavlamaya başladı. Babam ön koltuktan karıştı söze,
“İyi misiniz çocuklar? Emirhan sen de dikkat et.” Azarlar ses tonu Emirhan’ı üzmüştü.
“Tamam baba.” derken bile sesindeki kırgınlığı hissedebiliyordum. Kolumu omzuna atıp onu kendime doğru çektim.
“Sıkıntı yok, olur öyle şeyler.” Bana doğru yanaşıp sarıldı.
“İyi ki varsın abla.” Kıyamıyordum kerataya. Elimle saçlarını karıştırıp ben de ona sarıldım. Canı bugünlerde pek sıkkındı. Derdini anlatsa deli diyorduk susunca da veli olmuyordu.
Antalya'ya bir haftalık tatile gidiyorduk. Anneannemgil orada yaşıyordu. Apartları vardı. Hem orayı işletiyor hem de yaşıyorlardı. İkisi de oranın nemli havasına bayılıyordu. Bana kalırsa pek yaşanılacak bir yer değil ama ne yaparsın. Emirhan iki aydır koku almadığını söyleyip duruyor. Yaşı daha küçük olduğu için ilgi istediğini düşünüp annem şakaya vurarak ilgilense de her şey geçen gün olan olayla anlaşıldı. Biz Emirhan'a yemek emanet edip gittik. Beş dakika sonra altını kapatması gerekiyordu sadece ama bu akıllı bebe bunu unutmuş gitmiş odasına açmış bilgisayarı vermiş gözüne araba oyunu oynamanın. Tamam, araba oyunu sarıyor kabul ediyorum ama tencereyi yakacak ve o kötü yangın kokusunu alamayacak kadar değil ya!? İki saat sonra biz eve geldiğimizde tencere kapkaraydı ve ev duman altında kalmıştı resmen. Az daha ev de yanıyordu dememe gerek yok, yandı zaten. Bu yüzden Antalya'ya gidiyoruz. Evin içinin tekrar yapılması üç ay sürecekmiş. Bir hafta Antalya’da kalıp sonra da Mersin'e geçeceğiz. Sonra da Muğla'ya. Sonra da Uşak, Denizli, Manisa tüm Akdeniz'i ve Ege’yi gezeceğiz anlaşılan. Babamın kafasındaki hesap bu yani. Emirhan ev yandığı için mutsuz, hatalı, pişman ve bunun yüzüne yansıması vücut bulmuş olacak ki suratsız suratsız oturuyor yanımda. Annem yanına aldığı çantadan iki poğaça çıkarıp bize uzattığında bile almadı bizim poğaça delisi. Ayarsız seviyor bazı şeyleri. Poğaçayı, araba oyunlarını ve bizi. Bizden yana sıkıntı yok da diğer ikisi şu an risk grubunda. Zira babam elinden bilgisayarı, laptopu aldı ve oyunları yasakladı. Poğaçaları da koku alamıyorum dediğinden beri bıraktı zaten. Neden yemediğini sordum, “Poğaça şerefli bir yemektir. Bir duyu organım işlevsizken onu yiyemem. Büyük hadsizlik olur.” dedi evet, bazen boyundan büyük konuşup beni deli ediyor. Sen işlev nedir ne bilirsin çocuk? Kendine gel.
“Anneannengili arayın, istedikleri bir şey varsa alalım şehirden.” Babamın sözü üzerine annem aradı annesini konuştular. Sonra bir marketin önüne çektik ve istediklerini almaya gittiler. Biz de Emirhan'la arabada oturduk.
“Abla?”
“Efendim.”
“Canın yandı mı?” derken bir parmağıyla korkarak yara bandının üstüne dokundu. Onu korkutmak için,
“Ahh,” dememle elini hızlıca çekip,
“Çok özür dilerim, çok özür dilerim.” deyince gülüp,
“Şaka yaptım şaka. Bir şey yok.” dedim. Korkan yüzü ciddileşti, göz kapakları gözlerinin önüne doğru indi ama kapanmadı. Babam gibi sinirlenince, dişlerini sıktı ve,
“Çok komikmiş(!) Benim burada burnum koku almıyor. Evi yakmışım içim kan ağlıyor. Benim ablam bana şaka yapıyor! Vallahi tebrik ederim (!)” derken aşırı ciddiydi ama ben değildim. Konuşması bitince yüzüne karşı bir kahkaha patlattım. Ve yine o sinirli bakışlarına maruz kaldım.
“Ulen sen nereden biliyon içinin kan ağlamasını? Yaşın kaç len senin?” diye atışırken Annemgil bagajı açıp poşetleri arkaya koydular. Arabaya binip yerlerine oturduklarında babam elinden iki çikolatayı uzattı arkaya. Biri bitterliydi biri içi çikolata dolgulu. Emirhan bitteri hiç sevmezdi ama ben bayılırdım. Ona inat içi çikolata dolguluyu alıp ona baktığımda gözlerinin dolduğunu gördüm.
“N'oldu ya?” dememe kalmadan ağlamaya başladı.
“Ben niye böyle oldum? Beni bırakın gidin burada, zaten beni sevmiyorsunuz, evi de yaktım zaten.” derken aralarda hıçkırıp, burnunu çekiyordu. Her baba böyle midir bilmiyorum ama babam ağlama sesine katlanamazdı ve şu an sinirleniyordu. Annem babamın sinirlendiğini fark edince elini elinin üstüne koyup gözleriyle bir şey söyledi. Sonra bana dönüp,
“Kızım sen öne geç ben kardeşinle oturayım biraz, hadi.” deyince canıma minnet bilip öne geçtim. Sonra da yola tekrar revan olduk. Annem Emirhan'ı susturup istediği çikolatayı verince gerçekten bu çocuğun hiç büyüyemeyeceğini düşündüm. Tipe bak, soytarı. Anneannemgile vardık. Anneannem yine saraylara layık bir kahvaltı sofrası hazırlamıştı. Hemen oturup karnımızı doyurduk. Babamla dedem evin hâlini konuşurken anneannem de Emirhan'ın ağlamasını susturmaya çalışıyordu. Hemen apartın en üst katına çıktım. En üst kat bize ayrılmıştı bir haftalık. Antalya tatil için güzel bir yerdi. Hele ilk geldiğiniz an muhteşem görünürdü gözünüze. Ama uzun soluklu bir film çekecekseniz Antalya'nın pek güzel havası sizi iyice bir ağırlardı. Gelmemle yanmam bir olmuştu mesela. Terasın hortumu takılıydı. Suyu açıp terası iyice yıkadım. Kenarda duran şezlongu açtım. Yandaki şemsiyeyi de açtım. Tam yatıp telefona rahat rahat bakacakken annemgil odaya girdi ve terasa geldiler. Babam Emirhan'la üstünü değiştirdi havlularını yanına alıp denize gittiler. Apartla deniz arasında bir kilometre ya var ya yoktu. Annem,
“Anneannen limonata hazırlamış git al gel de içelim.” dedi. Anneanne limonatası nedir bilir misiniz? Buz gibi limonatayı yukarı götürmek için merdiveni basamakladığımda dedem beni çağırdı. Anneannem elimden limonata dolu sürahiyi aldı.
“Sen git dedenin yanına.” dedi. Dedemin yanına vardığımda salonlarında elinde eski metal bir kutudan çıkarttığı resimler vardı. Elini yanına koltuğa vurup,
“Gel otur kızım.” dedi. Yanına oturup resimlere, fotoğraflara, çizimlere ve kutunun kenarında duran küçük cam şişeye baktım.
“Bunlar ne dede?” dedem elindeki desteden iki kart çıkartıp cam şişedeki sıvıyı üstüne döktü. Ve bana uzatıp,
“Kokla bakalım.” dedi. Dalından taze koparılmış limon, portakal, mandalina kokuyordu. Ve elindeki kart boştu ancak gittikçe üstünde çizgiler, gölgeler belli oluyordu.
“Dede bu çok güzel kokuyor.” derken ikimizde karta bakıyorduk.
“Bu kart senin. Olur da bir gün kokunu kaybedersen koklarsın.” dedi.
“İşe yarar mı ki?” demem üzerine diğer kartları, cam şişeyi metal kutuya koyup eski ahşap vitrinin üstüne koydu.
“Denemeden bilemezsin.” dedi ve salondan bahçeye çıktı.
Kartın üstünde oluşan çizgiler, hatlar şimdi renkleniyordu. Bir mezar belirdi ve yanında o metal kutu. Kartın arkasını çevirdiğimde şöyle yazıyordu.
“Limon, mandalina, portakal. İşte karışım bu. Hepsini olgunlaşmadan topla ve ez, suyunu biriktir ve bir damla su kat karıştır ve iç.
(Senden başkası içmesin, olan kokuyu da kaybetmesin.)
Koku Şifacısı Muzaffer Efendi.” Ve altta dedemin imzası.
Akşam Emirhan'a da o cam şişeden bir yudum içirtti. Ardından karta döküp kartı koklamasını istedi. Emirhan büyük bir sevinçle bahçede tur attığında dedem yanıma gelip,
“O kutu senin. Sahip çık.” dedi. Koku Şifacısı Muzaffer Efendi torununu iyileştirip emanetini bıraktı.
İki ay sonra dedem vefat etti. Akdeniz ve Ege turunun yarısında geri döndük Antalya'ya, dedemi defnettik. Cenazenin ertesi günü elimde metal kutuyla tekrar gittim yanına tıpkı o karttaki gibi, mezarın başında metal kutu yanında. Cam şişedeki sudan bir iki damla mezarın başına yeni diktiğim limon ağacına damlattım. Sen de hep böyle güzel kokular yay etrafına Koku Şifacısı Muzaffer Efendi…