Yaz Kokusu

Fatma Ünsal

Yaz başlangıcı. Armut henüz tam olgunlaşmadı. Erik çağlanın çağlası. Burası öyle yüksekte bir köy ki elini yukarı uzatan gökyüzüne değer. Bir kere denedim. Değer gibi oldum. Uçaklar çok uzaktan geçer. Öyle uzaktan ki yok gibi. Ama bir kere nedense birazcık görünür olmuşlardı aşağıdan da eyvah kafamıza değecekti az daha diye abartmıştık arkadaşlarla. Çocukken. Çocukken her şey abartılır. Sevinmek. Üzülmek. Ağlamak. Sarılmak. Masumluk. Büyüyünce bünyeden bunlar uzaklaştığından kırıntı kaldığından yine abartılır görünür olsunlar diye. Ömürler abartı köpüğü.

Etraf, yaz başlangıcında nasıl kokarsa öyle kokuyor. Bunun herhangi bir tarife sığacağını sanmıyorum. Tarifinin cahiliyim. Çok merak eden zâtını bir yaz başında köye sürüklesin de koklasın etrafı. Iyy tezek kokar diyenler de Hülya Koçyiğit’in köylü kadınını oynadığı Yeşilçam filmlerinin hayaliyle bunu diyordur. Böyle ağaç kokusu, henüz yeni yetişen buğdayın, sulanan toprağın kokusu, karşılardan çamların kokusu, otların kokusu. Oldu mu? Olmadıysa olmadı. Ben huysuz biriyim. On saat bir şeyi tarif edemem.

2005’in yazı. Canım hiç tarlaya gitmek istemiyor. İstemiyoroğluistemiyor. Ama kader, gitmeyeyim de anadan babadan kötek mi yiyeyim öyle değil mi ya? Yeni aldığım telefonun da kamerası cam gibi mübarek. Bir çekiyorsun karşındakini, içinden geçirdiğini bile gösterecek az daha zorlasa. Abartıyorsam ne olayım. Elime aldım telefonu, adımımı attım dışarı. Kapının önünde eline bir değnek almış beni bekliyor. Benimle gidecek tarlaya. Sonra iki çalışacak hemen kaçacak. Eşek. Kardeşim yani eşek değil de olsa olsa sıpa. “Ne eğlendin yukarıda? Yine hastayım deyi yatıp durdun da inanmazlar diye vazgeçtin değil mi?” dedi beni görür görmez. “Ben sen miyim ulan? Kırdırma bacaklarını. Düş önüme.” diye bağırdımsa da yerinden kıpırdatamadım. “Bi’ fotoğrafımı çek de şurada. Ondan sonra.” Yok dediysem de oynamadı yerinden. Saçını başını düzeltti. Sanki laftan anlar saçı var gibi. Kipkirpi. Eline tükürdü şöyle bir taradı. Yine aynı yine aynı. Ama gözleri çok güzel. Çayır rengiyle bal rengini karıştırmışlar gibi. Bal gibi ama çayırmış gibi. Derinlerden bakıyor gibi. Bunun gibi yaramaz biri böyle bakmamalı. “Tamam tamam ağaca yaslan hadi. Kollarını da kavuştur uzaklara bak.” Dediklerimi birer birer yaptı. Zayıfça vücudunu yasladı ağaca. Çırpı kollarını kavuşturdu ve uzaklara baktı. Öylece dururken çektim. Sonra bıraktı kollarını, gülerek baktı. Ben de güldüm. Bir de böyle çektim. Telefonun ekranına baktım. Cam gibi mübarek cam. Bire bir aynısı. Etraf aynısı. Ağaç, arkada komşunun evi. Kirpi saçlı çocuk. Aynısı. Koku? Yaz kokusu. Onu nasıl çekeyim? Kâfir keşfetmedi daha. Kâfirin keşfetmesini bekleyeceğiz. Zâtınız eğer bilmiyorsa yazın köy kokusu nasıldır, bize ne? Bilseydiniz öyle değil mi ya?

“Tamam mı hadi bekliyorlar bak.” Elimden telefonu kaptı, fotoğrafına bakacakmış, nasıl çıkmışmış. “Ne yakışıklıyım be! Keşke sen de az bana çekseydin be abla. Hayır isteyen olmayacak, kalacaksın başımıza. Zorlu kaşık düşmanı.” Telefonu elinden kaptım, ayakkabımı ayağımdan çıkardım. Baktım ki köşeyi dönmüş kaçıyor. Kaç tabii kaç. Sanki geçmeyecek elime. Ama içime de bir kurt düşmedi değil. Kendimi çektim zorlaya zorlaya. Baktım iyice. Sahi bu sıfatı isteyen çıkmaz m’ola?

Tarlaya vardım. Annem, babam var da velet yok. “Nerede o?” dedim. Gelmedi dediler. “Gelemez tabii. Gelemez.” dedim kendi kendime. Dişlerimi sıka sıka. “Gelsin de kemiklerini un ufak edeyim.” Bir kıza çirkinsin iması büyük günah bence. Bir ömür, güzel olsa da inanamıyor sonra. Bir kişi çirkinsin dese bin kişi güzel. O bir kişide takılı kalıyor akıl. Fenaya meyyaliz. İyi ihtimalleri sevmiyoruz.

Akşam ezanına kadar çalıştık. Tütün tarlası tam nefis terbiyesi mekânı. Okumamakta direten tembel öğrenci bir hafta çalışsa koşarak okuluna gider, okulunun duvarlarını öper, tek tek öğretmenlerinin elini de öper. Kitaplarına sarılır, sayfalarını koklar. Millî Eğitim, eğitim aşkını buralardan salmalıdır. Ben ara ara etrafın fotoğrafını, annemle babamı çektim. Annem ekrana bakarken çekindi, sıkıldı. Babamda çekinmenin ç si yok. Sanırsın yılların jönü. Havalı havalı baktı ekrana. “Oğlun olacak hayırsız da senin gibi poz veriyor baba.” dedim. “Maşallah sanki kamerayla doğmuşsunuz.” Etraf sulanmış toprak, taze fide ve yaz kokuyor. Otların arasında böcekler şarkılar söylüyor. Rüzgâr da çıktı. Başaklar sağa sola yatıp duruyor usul usul. Ebem yaşasaydı: “Bunlar da Allah’ı böyle zikrediyorlar.” derdi. O bunu dediğinden beri ne bir çiçeğe ne bir başağa koparayım diye elimi uzattım. Ayaklarımızı sürüye sürüye evin yolunu tuttuk. Annem tam çıkarken diktiğimiz tütünlere baktı eli belinde. Uhladı. Babam yarın gelmeyecek gibi rahattı. Allah’ım bana bir ömür babamın kafasının rahatlığından ver.

Eve vardık ki Hazreti Kirpi Kafa ayaklarını çatmış televizyon izliyor. Bir de sırıta sırıta bağırıyor: “Nerede kaldın ya abla? Vallahi karnım acıktı.” Şunu elime alsam çamaşır tokmaklar gibi tokmaklasam, çitilesem çitilesem çamaşır ipine assam hıncımı alamam. Annem bağırdı da sustu Allah’tan: “Kalk len, çay suyu koy ocağa. Öldük akşama kadar. Hani gelecektin? Neredeydin? Yeminim olsun sana daha bir dediğini alırsam.” Söylene söylene kalktı yerinden. Oflaya puflaya çay suyu koydu. Geldi yattı geri yerine. “Bu beni ayakkabısıyla kovalamasaydı geliyordum yanınıza.” dedi yattığı yerden. “Ne biçim kızınız var? Hiç rahat durmuyor. Hem çirkin hem huysuz.” Yarım kalan işimi tamamlamalıydım bu sefer. Terliği elime aldım ve Murat Hüdâvendigâr’ın Sırp’ın üstüne yürümesi gibi yürüdüm bu arsız oğlanın üstüne. Yer misin yemez misin yer misin yemez misin. Kaçamadı da annem de alamadı elimden. Bir beline bir bacaklarına. Kafasına vurulur mu? Aptal olur. Bir beline bir neresi müsaitse oraya. Yüzüne vurulur mu? Allah yüze nazar kılarmış. En son annem kurtardı da ben de bıraktım. Gidinin çocuğu. Odasına kaçarken daha bağırıyordu: “Seni alan da olmaz. Hapı yuttuk ki ne yuttuk.” Beni alan olmayacaksa da bu veledin sözleri dua kabul zamanına denk geleceğinden. Öyle çok söylüyor ki sen bunu ciddiye alma Allah’ım.

Tam on beş gün tütün diktik o yaz. Sabah ve akşam ezanları arası hiç durmadan. Bazen uğradı tarlaya bizim velet. O son tütün diktiğimiz gün öyle bir yağmur yağdı ki. Kırkikindi değil de mübarek Muson yağmuru. Bir ıslandık ki sanki okyanusa düştük. Ben bir hastalandım ki sanki önüme kabir açıldı. Tam on beş gün yataktan çıkamadım. Kaç tane iğne yedim sayamadım. Kardeşim olacak hayırsız bile gözleri, o derinlerden bakar gibi duran gözleri dolu dolu durdu yanımda. Anneme ölecek mi, diye ağlamaklı sorduğunu bile duydum. On beş günün sonunda ciğerlerim hırıltısını terk etti. Ben de yavaş yavaş ayaklandım. Ayaklandım ayaklanmasına ama bir tuhaflık vardı bende. Koku alamıyordum hiç. Anneme babama dedim. İnanmadılar. Ahıra götürdüler. Sen hele kokunun tillahını gör bakalım, diyerek. Yok. Hayret ede ede çıkardılar. Sarımsak soğan tuttular burnuma. Neler neler denediler. Yok. Doktora götürdü babam. “O ağır üşütmesinden hasar kalmış. Daha ömrübillah koku alamaz,” dedi doktor. Babamla bakakaldık birbirimize. Çıktık geldik eve.

Anneme dedik böyle böyle, daha koku moku yok. Gitmiş. Annem inanmadı, civarda ne kadar otçu çöpçü varsa gezdirdi beni. Midemi altüst ettirdi kendini Hipokrat sanan kocakarılara. Biri yumurtayla sirkeyi karıştırıp burnuma sürdü. Koku alamadığıma şükrettim. Sonra annem de pes etti. Giden gitmiştir, gittiği gün bitmiştir neticede. Ne yapalım? Kısmet. Dünyanın tüm kokularına kapımı öylece kapattım.

Yıllar yılları kovaladı. Akrep yelkovanı. Ben boyumu aştım, kardeşim benim boyumu aştı. Onu bir gün bir kaza bizden sıyırdı aldı. Er kişi niyetine namazını kılıp götürdüler koydular bir mezara boylu boyunca. Dizlerimiz dövülmekten aşındı. Gözümüz ağlamaktan kurudu. Sözler tükendi de el biraz olsun ödünç vermedi. Yine baktık olacağı yok. Aşınan dizlerimizi tamir için, kuruyan gözlerimizi yeniden yeşertmek için, tükenen sözlerimizi çoğaltmak için Allah’a yalvardık da geri verdi kurban olduğum. İnsan, inişli çıkışlı dünyada iner de çıkar da. Biz de en derinlere indik. En yükseğe geri çıkmadıksa da yaşanabilir yere kadar tırmandık.

Lakin ben o telefonu bir daha kullanmadım. Nasıl kullanayım? Kör olsun kamerası. Kırılsın. Tam yere atacaktım ki annem tuttu. “Olmaz,” dedi. “Ver ben onu saklarım. Sen de görmezsin.” Verdim güç bela. Annemi izledim, nereye saklıyor telefonu diye. Açtı, sandığına koydu. Üstüne de yorganları yığdı yığdı.

Bir sene geçti. İki sene geçti. Evde fotoğrafını da koymadığımızdan ben de bir kez olsun fotoğrafına bakmadığımdan yüzünü unuttum veledin. Gözümün önüne hayali geliyor ama tam da canlanamıyordu. Bir çift göz var gerisi yok. İçim sıkıldı. Acısı da bir mumdu. Yakmıyor ama gitmiyordu da. Annem evde yokken açtım sandığı. Aldım telefonu elime. Açtım fotoğrafları.

O fotoğrafı buldum. Elleri önünde bağlı. Uzaklara bakıyor. Gözlerimden su sızladı. Gözlerim acılı tuzunu boşalttı. Özlemişim keratayı. Nasıl da bakıyor öyle. Odayı seni alan da olmaz, doldurdu. Pek çirkinsin, bana çekseydin, doldurdu. Zorlu kaşık düşmanısın, doldurdu. Seni özledim, doldurdu. O an odaya bir koku da doldu. Yaz kokusu. Böyle nasıl desem? Toprak ısınmış. Yapraklara vuruyor sıcaklık. Çam, toprak, ot. Bu kadar mı? Belki başka şeyler daha. O an yıllardır koku almayan burnuma yaz kokusu esti geldi. Baktım baktım. Koşmaktan terlemiş, sırtı ağaca yaslı, haylaz çocuk kokusu sonra. Biraz daha baktım. Arkada tavuk sesleri, traktör sesi bir tutam ve toz. Yamuk yumuk yollar koktu. Tütün koktu sonra. Arkadan fırlatılan ayakkabı nasıl kokarsa o koktu.

Elinizi yukarı uzatsanız göğe değersiniz bu köyde. Elini göğe uzatan çocukluk koktu.