Sultanım yeni sarayının bahçesini daire şeklinde yaptırdı. Sultanım geometrik şekillere hâkim. Biz kullarına hâkim. Nefsine hâkim. Sultanım bahçenin böyle olmasını dilediyse elbet bir bildiği var. Hanım sultan çok direndi: “Köşeli olsun. Benim atalarım garptan. Biz köşeli harflere, binalara ve fikirlere bayılırız,” diye diretti. Sultanım: “Ama ben şarklıyım.” dedi. “Sen de artık şarklı olsan iyi olur. Bunun içinse aynaya çok bakmamanı öneririm. Tebaamıza bak. Baka baka kabullenirsin.” Hanım sultan celallendi celallenmesine ama pek de belli etmedi. Sultanım hiddetlenince güzel başları güzel vücutlarından ayırmasını da bilirdi.
Sultanım daire yaptırmasına yaptırdı bahçeyi ama böyle yumuşacık kaymaz bir kilimle de kaplamak diledi. Hanım sultan yine buna itiraz etti, pes bile dedi. Herhalde güzel kafasından bıkmak üzereydi. Ama sultanım, efendi biri. “Şöyle İran işi güzel bir kilim döşetsek nice iyi olur. Şehzadeleri salarız güzelce temiz temiz oynarlar lalalarıyla. Sen belki gün bile yaparsın arkadaşlarınla.” Hanım sultan, af buyursun beni, aval aval baktı sultanımın suratına. “Gün yapmak ne demektir?” dedi. Sultan afalladı. Hepimiz afalladık. Paşalar kendi aralarında mırıldanmaya başladı. Biri eğilip bana bile sordu. Bilmiyorum demek hep izzetime dokunur. Uzun bir estağfirullah çektim. Bakışımla cahil muamelesi yaptım paşaya. Utanıp geri döndü yönünü. Sahi gün yapmak ne olaydı?
Sultanın huzurunu aldı yürüdü bir gürültü. Sultan şöyle bir süzdü biz kullarını. Ayağa kalktı, gürledi: “Bre cahiller, bre vizyonsuzlar, bre global kürenin idrakinde olmayan melun miskinler.” Yanımdaki paşa yine eğilip sordu bana: “Yahu bunu söyle bari. Global ne demek?” “Paşa,” dedim usulca. Az bekleyip zaman kazanmaktı niyetim. Ama canım sıkılmış gibi davrandım. Tısladım, ofladım. Paşa iyice eğilince: “Tez zamanda ileteceğim sultana. Senin gibi cahili nasıl paşa yapmışlar hayret ediyorum.” dedim. “Diyeyim de mutfağa versinler.” Paşa endişeyle geri çekildi. Bu adamda cidden akıl yoktu. Gurur da yoktu. Bilmediğini hadi bir kere sordun. İki kere sormak da nesi? Global ne demekti acaba? Diğerlerine kulak kabarttım. Yok. Onlardan da bilme emaresi yoktu. Sultan tahtının çevresinde dolaştı, gezindi. Öfkeliydi. Haklıydı sultanım. Bunca cahili pişirsen eti de yenmez.
Sonra durdu hem hanım sultana hem bize hitaben: “Gün yapmak ona denir ki hatun kişiler bir araya gelip kısır, börek, tatlı Allah ne verdiyse hep birlikte bunca nimetin gözüne gözüne vururlar. Eğer insaflılarsa er kişilere de ayırırlar. Eğer daha insaflılarsa ev sahibesinin evveliyâtının ruhuna bir Yâsin armağan ederler. Globalse dünyada her kim var ise kardeştir demek. Hepimiz dünya halklarının bir ferdiyiz demek. Ama işte gündem takip etmeyen kullardan bana nasıl fayda gelsin?” Hanım sultan mahcup oldu. Gün yapmayı bilmediğine mi içerledi, bunca adamın gözü önünde küçük düştüğüne mi. Hoş, herkesin başı önündeydi. Bir ben izliyordum çaktırmadan. Sultanımın huzurundan çekildik sonra. Cahil paşa peşimden yetişmeye ve bir şey anlatmaya çalışıyordu. Durmadım.
Neden sonra sultanım beni çağırdı. “Şu bahçenin güzelce kaplanması için maharetli birilerini bul. Yalnız milim fazla milim az olmasın. Bahçe kadar olacak kilim. Gül desenleri olacak. Gonca güller, tam açılmış güller. Öyle dokunsun. Otuz güne tamam edilsin.” diye buyurdu. “Emr-i ferman sultanımızındır. Lakin kilimin saray bahçesince dokunması bu kadar sürede biraz güç olur sultanım. Az daha mühlet verseniz.” Sultanım hiddetlenince sağ kaşını kaldırır sağ eliyle alnını kaşırdı. “Herhalde şu cılız vücuduna fazla gelir başın.” deyiverdi. Mesajı ossaat aldım. Sultanımı ikiletmekten hoşlanmam. Huzurundan ayrıldım.
Çarşıyı pazarı dolaştım. İran’dan gelme kilimcileri tek tek saraya getirdim. Etrafını şöyle bir turladılar sarayın. Mümkün değil yetiştiremeyiz, deyip ayrıldılar. Kimi getirdiysem yapabilirim diyemedi. Ah benim bir yudumluk vücudum üzre olan canım başım. Demek buraya kadarmış. Demek dura dura otuz altı yıl ancak duracaktı ha.
Bir gün yılgın yılgın yine kilimci ustası aramaya çıktım. Beş altı gün öylece geçip gitti. Baktım ki bir tabelada “ÂMÂ HALI, KİLİM, DOKUMACILAR DERNEĞİ” yazıyor. Aman ya Rabbi, dedim. Sen beni seviyorsun belli ama âmâlar nasıl yapar bu işi? Ben tabelaya bakıp dururken biri sesimi duymuş gibi başını pencereden uzattı: “Gel efendi, gel içeri. Çayımız sıcak, sohbetimiz tatlıdır.” dedi. Mecbur girdim. Tertemiz kocaman bir salonda toplaşmış bir sürü adam ortalarına almışlar üç semaveri muhabbet ederler. İçlerinden biri ayaklandı. “Hoş gelmişsiniz.” dedi. Yer gösterdi. Çekine çekine girdim oturdum. Ama nasıl olsa beni görmediklerinden rahatladım bir süre sonra. Bana yer gösteren: “Ben az da olsa sizi görürüm. Kimi arkadaşlarımdan da az da olsa ışıktan nasiptâr olan var. De hele beyim, derneğimizi niye teşriflendirdin?” Derdimi anlattım, böyleyken böyle dedim. Anlattım. Bir süre dinleyip: “Derneğimizin bir üyesi ülkenin en mahir kilim dokumacısıdır. Bu işi yapsa yapsa o yapar. Lakin bugün sohbetimize dâhil olamadı. Evindedir. İsterseniz derdinizi anlatın gidip.” Başka çarem mi vardı? Yanıma bir âmâ verdiler. Yola revan olduk. İki katlı bir evin önünde durdu arabamız. İnince şöyle bir kolaçan ettim etrafı. Evi süzdüm. Alt katta atölye vardı belli, Gürül gürül dokuma sesleri işitiliyordu. Sevindim, az da olsa umudum kabardı ama işte. Beni getiren adam içeri ünledi: “Hümayun Usta! Bak hele sana kimi getirdim.” İçeriden gençten birinin koluna tutunmuş altmış yaşlarında âmâ usta çıkıverdi. Yüzü ustaların kendine güvenen izlerinden iz taşıyordu. “Hoş geldiniz. Kimi getirdiysen içeri geçin de deyiver bana. Buyurun.” diye bizi evine davet etti. Girdik oturduk. Buz gibi ayran oturmamızla geldi.
“Anlat hele,” dedi. “Sultanımız efendimiz ne dilerler?” “Sarayının bahçesine gül desenli şöyle güzel bir kilim dokutmak diler. Ama saray bahçesi dairedir. Çok da büyüktür. Yekpare, ne eksik ne fazla bir kilim olsun ister.” Hümayun Usta düşündü düşündü. “Kolay o.” dedi. “Kaç günde dokumamız gerek?” “Yirmi beş gün var yok.” dedim. “Ona göre karar ver. Yoksa kellen gider.” Ben öyle deyince çevresindeki çıraklar irkildi. Yanımda bana eşlik adam irkildi. Bir Hümayun Usta irkilmedi. Hafif tebessüm etti. “Anlaştık.” dedi. “Beni hemen saraya götürün de ölçümüzü alalım.” Şaşırdım, sevindim de. Yola çıktık. Usta tek kelam etmedi. Ağzı tıpır tıpır dua okur gibi hareket ediyordu. Ben de onu seyrettim. Üç çırağı ise endişeliydi. Eh haklılar. Koca saray bahçesi bu. Âmâ bir ustayla hem de nasıl hemencecik dokunur bunca büyük kilim?
Saraya vardık. Bahçeye götürdüm usta ve çıraklarını. Çırakların üçü de az görüyorlardı. Bunu anlayınca içimi öyle bir korku kapladı ki boynum sızladı. Hümayun Usta: “Beni bahçenin tam ortasına götür.” dedi. “Eh,” dedim. “Etrafını ölçmeyecek misin?” Gülümsedi: “Yarıçap diye bir şey duymadın değil mi? Sözelci misin sen?” Sözelci misin de ne demekti? Küfür müydü acaba? O zaman menfi cevap vermek yerindeydi: “Yok vallahi sözelci değilim. Yemin şart olsun ki değilim. Yarıçapı da duydum tabii ki. Cahil miyim ben? Gel götüreyim seni tam ortaya.” Sultanım bahçenin tam ortasına bir su kuşu resmettirmişti. Hümayun Usta’yı götürdüm su kuşunun kanadına kondurdum. “Önce yarıçapı bilelim ki yolumuzu bulalım.” dedi bana dönüp Hümayun Usta. Dünyaya kapalı gözlerinde kararlılığı gördüm. Demek dedim gözler görmeseler de anlam yüklü durabiliyorlar. Rahmetli anam derdi hep, insanın aynası gözleridir deyi. Hümayun Usta’yı görünce anamın sözü daha bir anlam kazandı. “Doğru dedin ustam.” dedim. “Yarıçapı bilmeyen haysiyetsizler gibi olalım da yolumuzu mu kaybedelim öyle değil mi ya?” Ustanın çırakları gülüştüler. Usta yönünü şöyle bir dönünce sustular. Nasıl anladılarsa?
Hümayun Usta, çıraklarından birini çağırdı. “Yeri yokla. Kazığı çak tam ortaya.” dedi. Çıraklar su kuşunun tam kalbine kazığı çaktılar. Sonra bir ip bağladılar. Hümayun Usta: “Ömer, hadi bakalım kap ipi. Efendi, sen de çocuğa eşlik et. Dairenin tam çizgisini göster ki tak diye oturacak kilimin ölçüsünü doğru alalım. Yarıçap budur bildin mi?” Yutkundum, “Bildim tabii bilmem mi? Yarıçapsız ölçü mü alınırmış? Tamam gel bakalım Ömer Efendi.” Ömer’in elinden tuttum. Ustanın dediği gibi kilimin oturacağı daire çizgisinde durdurdum. İpi yere serdiler. Gevşek olmasın diye uğraştılar. Usta, usul usul yokladı eliyle. Başıyla onayladı. Ömer’e dedim: “Usta onaylıyor Ömer. Kes ipi.” Başını ve puslu gözlerini bana çevirdi: “Sen ustam mısın ki ipi keseyim efendi?” Benim bu saraydaki vazifemi herkes anlamıştır sanırım: Şamaroğlanlığı. Hümayun Usta Ömer’e bağırdı: “Kes Ömer ipi. Tam çizgiden kes.” Ömer, bıçağıyla tak diye vurdu ipin boynunu. Ustasına doğru yürüdü Ömer. İpi iki koluna sara sara. Kazığı çıkardılar. Malzemeleri topladılar. Hümayun Usta bana ünledi: “Biz dokumaya bugün başlıyoruz Allah izin verirse. Derneğe uğrarsan ara ara, gidişattan da konuşuruz. Dediğin gibi, gül desenli. Tam İran işi. Ha Hâfız’ın dizesi ha benim kilimlerim. Atölyeye de gel tabii. Gözlerin kilim görsün. Görsün de sultanına karşı başını dik tut. Hadi eyvallah.” dedi ve çıraklarıyla ayrıldı saraydan. Ben de kalbi delinmiş su kuşunun başında kalakaldım.
Dediği gibi sık sık uğradım derneğe. Âmâ dokuma ustalarıyla iyice ahbap olduk. Onları dinlemek keyifliydi de hani. Kök boyalardan ipeğin pahasına, nazlı müşterilerden işledikleri ceylan suretlerine neler neler anlatıyorlardı. Hümayun Usta da çoğunda bulunuyordu dernekte. Yokluyordum onu: “Ustam sultanım sorup duruyor. Kilim vaktinde yetişecek mi?” Geniş yüzüne güven veren tebessümünü yerleştirip: “Yetişecek yetişecek meraklanma efendi.” diyordu her seferinde. Rahat bir nefes alıyordum o zaman. Bir keresinde atölyeye de çağırdı. Gittim baktım. Aman ya Rabbi. Kilim miydi yoksa Zümrüdüanka’nın kanatlarından kanat mıydı? Kilim miydi yoksa bilinmez masal diyarlarının bulunmaz ipeklerinden dokunmuş bir gök halısı mıydı? Güller öyle güzel duruyordu ki. Âmâ ve yarı âmâ çıraklar ve Hümayun Usta bu diyarın en iyileriydi, işte o zaman anladım.
On beş gün geçti. Teslime on gün var yoktu. Sultanım beni yanına çağırdı yine. “De bakalım. Ne âlemde bakalım bahçenin kilimi? Becerebilecek mi senin usta?” Hümayun Usta’nın yüzü sanki geldi benim yüzüme kondu. Güven verici bir edayla: “Yetişecek sultanım. Hem de öyle beğeneceksiniz ki tüm sözelciler hasetlerinden çatır çatır çatlayacak.” dedim. Sultanım durdu. Anlamaz bir yüzle, haşa, sordu: “Sözelciler kim ola bre?” dedi. “Benim bilmediğim düşmanlarım da mı vardır ülkemde? Buldurup aldırayım hepsinin kellesini!” Korktum. Bilmiyordum ki ben de kimdi bu sözelci taifesi. Hemen yatıştırdım sultanımı: “Aman sultanım.” dedim. “Malum düşmanlarınızın topuna birden bu sözü uyduruverdim. Nasıl, beğendiniz mi?” Gevrek gevrek güldü sultanım. “Beğendim beğendim.” dedi. Sonra da huzurdan çıktım.
O gün derneğe gittim. Hoşbeşten sonra Hümayun Usta’yı bekledim lakin gelmedi. Endişelendim tabii. Kalktım atölyeye vardım. Baktım dışarılarda çıt yok. Kapı da duvar. Eyvah, dedim. Usta mı öldü yoksa? Sonra bu düşüncemden sebep utandım. Ustanın ölümüne değil de kilimin yetişmeyeceğine üzülmüş gibi hissettim. Sonra kapıya vurdum telaşla. Hanımı açtı. “Nerede ustam?” dedim. “Dokuma tezgâhı arıza verip duruyor. Onun hâl çaresine bakmaya gittiler. Usta çağıracaklar.” dedi. Eyvah eyvah. “Nereye gittiler?” dedim. “Bilmiyorum ki efendi. Şehrin uzağında dedi bey. İki günlük yolmuş.” dedi. Benim zavallı güzel boynum. Anamın bazen derin derin kokladığı boynum. Öyle bir sızladı ki. Hümayun Usta merdivenlerden usul usul indi. O da gitti sanmıştım. Sesimi duyunca geldi. Baktım solgun da duruyor usta. “Arıza verdi tezgâh. Dilinden anlasa anlasa bizim ahbabımız bir usta var o anlar. Ben de hastayım zaten. Onlar gelene kadar düzelirim.” dedi. Omzum düşmüştü ama ne yapayım. “Canın sağ olsun usta.” dedim. “Sen iyi ol da.” “Korkma efendi,” dedi. “Halledeceğiz. Halledemezsek kendi boynumuzu uzatacağız.” Hanımı telaşla ustaya döndü. “Yok.” dedim. “Senin boynunu değil benim boynumu uzatacağız. Haydi selametle.” Çaresiz ayrıldım.
İki gün sonra usta geldi. Arıza giderildi derken eşeğin oğlu tezgâh yine arıza vermiş. Yine çaresine bakıldı. Neyse ki başladılar yeniden dokumaya ama gün azala azala bitti. Kilim de yetişmedi. Hümayun Usta’nın hâli de iyice kötüleşti.
Bir ayın sonunda Hümayun Usta’nın atölyeye gittim saraydan görevlilerle. Tamamlanmamış kilimi koydular arabaya. Usta da bin ısrarla geldi bizimle saraya. Hanımı korkup gitme dediyse de dinletemedi. Bizim suçumuz, biz halledeceğiz, dedi. Saraya vardık varmasına ama ayaklarım zemberek gibi titriyordu. Gidiyordum dâr-ı bekâya bu sefer ne de olsa. Hümayun Usta, sultanımla tek konuşmak istedi. Görevliler yok mok dediyse de diretti, sultanın yanına tek girdi. Şaşırdım ben de. Öyle haşmetli sultan, âmâ bir ustayı kabul buyursun. Yüce gönüllü ama gaddar sultanım benim ah. Bekle bekle kafamın üstünde fasulye bitti. Neden sonra Hümayun Usta ve sultanım gülerek dışarı çıktılar. Üstelik sultanım Hümayun Usta’nın koluna girmişti. Şaşkınlıktan öleyazdım. Hemen beni çağırdı. “Tez ustamın göz nurunu yayın bahçeye.” dedi. “Başüstüne,” deyip ayrıldık. Kilimi bahçeye yaydık. Hâliyle bir kısmı açık kaldı. Sultanım, ustayla bahçeye çıktı. Şöyle bir baktı. Büyülenmiş gibiydi. Beni çağırdı. “Tez bu açık kısımlara gül diktir.” “Beli sultanım,” dedim. Hemen girişti işçiler gül dikmeye. Bin memnun saraydan uğurlandı Hümayun Usta. “Ben de ustama eşlik edeyim. O kadar emeği geçti.” dedim. Ben de ustayla çıktım.
Epey uzaklaşınca sordum ustaya usuldan: “Aman ustam,” dedim. “Kellelerimizi nasıl kurtardın?” Güldü güzelce ustam. “Sultanım,“ dedim. “Ben ölmek üzere olan bir ustayım.” Hemen sözünü kestim. “Aman ustam,” dedim. “Deme öyle.” “Dur bre,” dedi usta. “Hele müsaade et. Her sanatkâr maharetini tam gösterip ölmek ister. Çağır cümle şuarâyı, onlar da böyle der. Ben de bunu diledim. Gül desenli kilimin kenarına gerçek gülleri döşet ki maharetimin övülecek yerini daha çok görsünler. Elbet Cenâb-ı Hakk’la yarış dilemem. Lakin bakalım onun yarattığının gölgesine yetişmiş miyim? Bilmek, duymak dilerim. Ben böyle deyince sultanımız pek duygulandı. Öyle ya, dedi. Ben de onun gölgesi miyim tebaamı yönetirken ara ara bunu ölçerim. Sen ne dersen o Hümayun Usta, dedi. Sonrası malum.” Ustaya öyle bir sarıldım ki nefessiz bırakıyordum az daha. “Senin aklını yaratana tüm sözelciler kurban olsun be ustam!” diye ünledim. “Haa,” dedi Hümayun Usta. “Ben ölünce o gül fidanlarının içine gömecekler beni. Sultanım bunun da sözünü verdi. Aklımı yaratana iki kere kurban ol.” Olmam mı ustam olmam mı, bin kere kurban olurum olmam mı?
Sarayın bahçesi öyle güzel öyle güzel oldu ki kenarlarında güller ortasında ustanın emeği. Hanım sultan gerine gerine gün yaptı kaç kere. Global kürenin global elçileri kaç kere hayranlıktan elmalarını soyarken ellerini kestiler. Sultanım efendimin şehzadeleri lalalarıyla kaç tur koştular.
Bir gün emrihak vaki oldu. Hümayun Usta bu dünyadan göçtü. Sultanım sözünü tuttu. Ah benim hiddetli ama sözünün eri sultanım. Güllerin arasına defnettik onu. Her sabah her akşam başında durdum. Gözümden yaşı akıttım. Ustam gidişiyle su kuşuna çevirdi beni. Kalbine çivi çakılmış su kuşuna. Evveline âhirine Hû.