Sadullah’ın çağırıp durduğu derneğe geldim. Nihayet rahata erdi Sadullah Efendi. Ne zamandır bizim derneğe gel, deyip duruyordu. Dernekteki herkes çok yüce gönüllü, saygıdeğer, kadirşinas insanlarmış. Öyle anlatırdı. Üç beş adam toplanmış çay içip muhabbet ediyorlar. Hizmetten bahsediyorlar. Hizmet nimet imiş. Hizmette nice hikmetler var imiş. Hizmet olmadan himmet olmaz imiş. Esas efendiler, hizmet edenlermiş.
Grubun en yaşlısı hariç herkes birer cümleyle bu ve benzeri şeyler söyledi. Çaylar içildi. Dua edildi. Ezan okundu. İçlerinden ince bıyıklı, takkeli, orta yaşlı bir adama haydi imam efendi namazımızı kılalım, dediler. İmam bir beyaz cübbe geçirdi üstüne. En öne geçti biz arkaya saf olduk. Grubun en yaşlısı hariç. O konuşmuyor, yemiyor, içmiyor, bakmıyor, kalkmıyordu. Neredeyse nefes aldığından bile şüphe edecektim. İmam hafif sesle istiğfar çekti. Ellerini kulaklarına götürdü. Esselamü aleyküm ve rahmetullah, diyerek namaza başladı. Ardından cemaat de fısıltıyla esselamü aleyküm ve rahmetullah, diyerek namaza başladılar. Kıyamda secde tesbihlerini çekti imam, rukûda tahiyyat okudu, secdede fatiha okudu ve tek rekatlık namazımızın son oturuşunda Kuran’dan birkaç ayet okudu, tekbir aldı kafamızı sağa sola çevirirken. Bütün bunlar olurken sağımdaki solumdaki adamlara baktım her şey çok olağan gibi devam ediyorlar namaza. Birkaç kez imamı uyarmak adına öksürdüm, sesli tekbir getirdim ama tık yok. Herkes devam ederken de ayrılamadım namazdan. Namaz denirse tabii. Yeni bir ibadet türetmiş kendileri.
Namazı bitirince gözüm yaşlı adama takıldı. Küçümser bakışlar atıyordu bize. Peeh, der gibi. Haklıydı. Ben de böyle namaz kılan bir cemaat görsem böyle bakardım. Namazdan sonra dağılacağımızı sanıyordum öyle olmadı, herkes geçip oturdu yeniden. Sadullah’ın kulağına eğilip “Ben gideyim,” dedim. “Olmaz. Namazın arızalı kalır, bekle,” dedi. Namazım arızalı mı kalırdı? Ne, der gibi baktım suratına. Parmağını dudağına götürüp sus işareti yaptı. Biraz sonra iki adam üst üste dizdikleri duvar saatiyle girdiler içeri. Hepimizin önüne birer saat bıraktılar. Yaşlı adam hariç. Salonun ortasındaki sehpaya da içi dolu bir alet edevat çantası koydular. Sadullah eğildi kulağıma “Bu arızalı saati tamir edersen namazın kabul oldu demektir. Kabul edemezsen namazın da tıpkı bu saat gibi arızalı kalır,” dedi. Ne, der gibi baktım suratına. Parmağını dudağına götürüp sus işareti yaptı. Yaşlı adam küçümser bakışlarını fırlatmaya devam ediyordu fakat bakışlarına gizlemeyi başaramadığı bir merak yerleşmişti. En çok bana bakıyordu. Ne yapacağımı merak ediyordu belli ki. Ben de merak ediyordum. Elime bir kere tornavida bile almış değilken nasıl saat tamir edecektim?
On dakika sonra imam “Benim saat tamam,” diyerek saati masaya bıraktı çıktı. Ulan namaza arıza katan sendin nereye gidiyorsun, diyemedim. Biraz sonra başka bir adam daha çıktı. Sonra bir başkası daha. Adamlar birer birer çıktı. Dernekte bir Sadullah bir ben bir yaşlı adam bir de onun küçümser bakışları kalakaldık. Sadullah da saatini tamir etmişti aslında fakat beni bekledi. Bekledi. Bekledi. Baktı olmuyor bir çay demledi. Çay içtiler, bana vermediler. “Ulan bari tüyo ver nasıl tamir edeceğim?” dedim. Hayır anlamında kaşlarını kaldırdı. “Herkesin namazı kendine, herkesin arızası kendine, herkesin tamiri kendine,” dedi. Beklemeye devam etti. Bekledi bekledi. Baktı olmuyor çıktı, gitti. Ulan Sadullah… Ulan imam... Ulan saat... Ulan arıza... Ulan amerika... Ulan israil… Sövdüm sövülecek ne varsa.
Yaşlı adam. Alay karıştırdığı küçümser bakışlar. Ben. Saat. Alet edevat. Baktım olmuyor “Bu olmayacak beyamca. Ben gideyim. Evde kaza ederim namazı,” dedim. Elimdeki saati aldı ve o zamana kadar ağzını açmayan o ihtiyar birden Miroğlu’nun kuşçusu gibi konuşmaya başladı “Bu çapsızlığınla kendi etrafında yedi tur dönsen yarıçapını dahi bulamazsın. Kaldı ki elinde bu işi doğru yapacak alet edevat da yok. Kalbinde dert yok. Kalbin, bir dairenin merkezinde. Zaman, mekân, akıl, ruh, eşya, tabiat velhasıl bütün evren dönse çevresinde fayda yok. Arıza şu ki: Bilmiyorsun dönen sen misin, kalbin mi, derdin mi? Neyin etrafında dönüyorsun? Nereden nereye dönüyorsun? Bilmiyorsun bütün bunları. Çapsızsın.” “Valla bey amca,” dedim. “Çapsız mapsız diyorsun ayıp ediyorsun da yaşlılığına veriyorum. Ne dediğini anladıysam israilli olayım. Almışsınız imam diye bir deliyi, hem saçma sapan namaz kıldırıyorsunuz hem namazımızı arızalı olmakla itham ediyorsunuz. Yetmiyor, arızalı saatlerinizi tamir ettirmek için bizim namazları bahane ediyorsunuz. Saat de sizin olsun, çap da yarıçap da,” dedim.
“Otur!” dedi sesinin en yüksek tonuyla. Ürktüm. Oturmasam koltuğun kenarından silah çıkarıp sıkacak sandım. Oturdum. Akrebi 3’e getirdi, yelkovanı 9’a “Dairenin ortasındaki bu çizgiye ne denir?” diye sordu. “Çap,” dedim. Kafasını sallayarak tekrar etti “Çap.” Akrebi gösterdi “Buna ne denir?” “Yarıçap” Kafasını salladı. Ne lan bu matematik dersi mi? “Dairenin ortasındaki çizgiye, insanın içindeki derde çap denir. Derdi yarım kalana yarıçaplı, derdi dert olmayana da çapsız denir. Bir ömür senin gibilerle uğraştım. Çapsızlara önce yarıçap çektim, sonra bir yarıçap daha. Oldu mu? Olmadı. Pi sayısı değişir mi? Değişmez. İnsanın da özü pi’dir, değişmez. Özü çapsızsa çapsız, yarıçaplıysa yarıçaplı kalır. Baktım olmuyor bu derneği kurdum. ÇKKD. Yani Çapsızları Koruma Ve Kollama Derneği” “Ne?” der gibi baktım suratına. Bakmakla yetinmedim “Ne?” dedim. Sadullah dernek deyip duruyordu ama adını hiç söylememişti derneğin. Ulan Sadullah…
“Çapsızlar buraya toplanıyorlar, konuşuyorlar konuşuyorlar konuşuyorlar. Yalan yanlış konuşuyorlar, yalan yanlış oturuyorlar, yalan yanlış ibadet ediyorlar, ne yapsalar yalan yanlış yapıyorlar. En azından sokaklardan, meclislerden, okullardan, ülkülerden, insanlardan uzak kalıyorlar. Dünya nefes alıyor biraz.” “Eh madem öyle dedecim, çaplı dedecim, söyle bakalım insanın çapını, yarıçapını neye göre ölçüyorsun? Ne biliyorsun benim derdim olmadığını? Dertsiz insan mı olur? Belki en büyük dert benimdir, ne biliyorsun?” dedim. “Dertli olanın gözünden yıldız akar, dilinden bal damlar. Dertli olanın kafası her söze sallanmaz, gönlü her imama uymaz.” dedi. Sonra elindeki saati yüzüme doğru tuttu. Konuşurken tamir etmişti. “Saat tamiri için çapa da yarı çapa da gerek yok. Saatler arızalı da değil zaten,” dedi eliyle defol işareti yaparak.
Dernekten çıktım. Benim derdim yok mu? Çok var. Şimdi eve gideceğim babam tonla laf sayacak iş bulamadın, bir baltaya sap olamadın, diye. Anam yaptığı yemeğin en güzel kısmını bana verecek ama babama çaktırmamaya çalışarak. O yemeği yemek ne zor sen ne bilirsin be çaplı bunak? Yürüdüm. Hızlı hızlı. Ara sıra önüme gelen taşlara tekme atarak. Tekme attığım taşlardan biri karşıdan gelmekte olan kızın ayağına çarptı. Kız “Ne yapıyorsun be çapsız,” diye bağırdı bana. Ne güzel sesi var. Yüzü, gözleri, kaşları, başörtüsü, ayakkabısı ne güzel. Çantasını hızlı ve endamlı bir şekilde düzeltti. Hıh, deyip gitti. Arkasına bile bakmadan. Arkasından yürüdüm. Gizli gizli. Onu seyrederek. Evini öğrendim. Penceresindeki çiçeklerin yaprak sayısını ezberledim, kirpiklerini sayar gibi. Sokağından geçen köpeğin gözlerinden öptüm, gözlerini öper gibi. Bahçesindeki ağacı okşadım saçlarını tarar gibi. Akşam olmuş, sabah olmuş anlamadım. Yağmur yağmış, ıslanmışım, ateşim sönmemiş, daha çok büyümüş bilemedim. Sadullah aradı “Derneğe gel” dedi. Kapattım telefonu. Gelemem Sadullah, artık çapım var.