________________
“Anneee!” diye bağırırken bir yandan çorabımı giymeye çalışıyor bir yandan da hırkamı omzuma atmış odamdan çıkıyordum.
“Ya ben sana beni erken uyandır demedim mi?!” İçimdeki geç kalmışlığın sinir olarak yansımasıydı bu sözler ama haksız bir kişiyeydi. Elimdeki çorabı ayağıma giyemeden lavaboya girdim. Ve telaşla yüzümü yıkamak için suyu açıp elimi hemen musluğun altına tutunca benden önce birazdan giyinmeyi düşündüğüm çorabım yüzünü yıkadı. Ne bu heves çorapcım(!). Sinirle çorabı kirli sepetine fırlatıp elimi yüzümü yıkadım. Dişlerimi fırçaladım. Abdest aldım. Ve bunların hepsini yaklaşık iki dakikada yaptım. Nasıl oldu bilmiyorum ama hep öyle olur. Normal şartlarda yarım saatte hazırlanıyorum, geç kaldığımda, nedense, hep beş dakikada hazır olurum. Bu denklemi çözebilene de helal olsun yani. Odaya gidip çorabımı değiştirdim. Bonemi ve şalımı hızlıca doladım. Yok artık, birazdan düğünüm olsa bu kadar güzel yapamam ha(!) Allah'tan yatmadan önce valizimi ve çantamı hazırlamıştım. Hemen o ikisini iki elime alıp odadan çıktım. Evet, arkamda bir harp meydanı bırakmıştım. Ama ben anneme erken uyandır demiştim yani. Kendi kılıfıma bahane uydurmada da üstüme yoktur yani. Uzunca bir koridorun sonundaydı kapı. Salon, koridorun ortasındaki kapıdan sola girinceydi. Hemen yanında mutfak vardı. Biliyor musunuz? Evin giriş kapısı ilk nereyi görüyorsa eve girince ilk öyle tepki veriyormuşuz. Yani bizim evin kapısı mutfağı görüyor ilk. Yani biz eve ilk girince acıkıyoruz. Ya da yatak odası varsa uykusu geliyormuş. Çok saçma. İlk neyi görüyorsa onu canı çekiyor yani. Bu beynimizin saflağını ne yapacağız hiç bilmiyorum. Mutfağa baktığımda içerde sakin sakin kahvaltı hazırlayan ve radyo dinleyen annemi gördüm. Sanki sabahtan beri bağıran ben değilmişim gibi bana baktı gülümsedi.
“Günaydın kızım.” dedi. Ses tonu her zamanki gibi sessiz sakin ve huzur vericiydi ve beni bağırdığıma pişman ediyordu. Valizimi ve çantamı kapının ağzına bırakıp annemin yanına yaklaştım. Yanağını öpüp,
“Anne, bağırdığım için özür dilerim ama dün gece kaç kez dedim beni erken uyandır diye(!)” diye bir sitem ve pişmanlık karışımı sözlerimi sarf ettim. Annem her zamanki rahatlığıyla cevapladı.
“Saat zaten altı buçuk annecim” derken gözlerindeki o hiç çözümleyemediğim ışık ve bakış vardı. Sen beni ne sandın? Bakışı olabilirdi.
“Nasıl yani?” derkenki şok ifadem çok hoşuna gitmiş olacak ki güldü.
“Babam daha demin çıkmadı mı?” diye sorduğumda başını aşağı yukarı salladı ve onayladı.
“Eee, geç kalmışım işte. Ne altı buçuğu?” derken kolundan hiç çıkarmadığı kahverengi derili, Roma rakamlı, ki ben Roma rakamlarını pek okuyamam, saati bana gösterip,
“Evet baban çıktı. Çünkü kendisi bir tamirci. İşini yeni aldığı bir dernek var. Yeni açılacakmış. Oranın su tesisatında sıkıntı varmış. İşçiler çalışamıyormuş, oraya gitti. Sen geç kalmadın. Hadi git Arif’i çağır da kahvaltı edelim. Sonra da güzel kızımı, güzel ülkemin bir diğer diyarına yollayalım.” derken bir eliyle yanağımı okşadı. Bende ona gülümseyip hemen benden istediği şeyi yaptım. Arif'i, kardeşimi çağırdım.
“ARİFFF! KAHVALTI YAPACAĞIZ KALK GEL!” annem ters ters bakıp,
“Kulağımın dibinde bağırmak yerine gidip uyandırmıyorsun ya! Pes yani. Bende bağırırdım zahmet etmeseydin!” Mevzu oğlu olunca rengi çabuk atıyordu bizim sultanın. Kahvaltı sofrasındaki sigara böreklerini, patates kızartmalarını görünce ağzım sulandı ve bir tur daha bağırıp Arif'i çağırdım. Ama yok, paşa hazretleri ayağına uşak gitmeyince gelmezdi. Hızla odasına varıp alacaklı gibi kapıyı çaldım ve içeri girdim.
“Kalksana bebe!” derken üstüne yürüyüp pikeyi üstünden çektim.
“Ya bi’ yürü git ya! Her seferinde aynı şey, n’oluyor sanki sen gezmeye gidince, aaa yeter be!” diye bana sitem edince yatağından yere düşmüş olan yastığı alıp kafasına geçirdim.
“İlerde gelmek iste de göreyim ben seni!”
Hâliyle merak ettiniz bu kız nereye gidiyor? Bu kız yani bizatihi ben, Melike. Seyyahım. Evliya Çelebi bir ben iki. Öyle düşünün çünkü benim örnek aldığım kişi o. Tüm dünyayı gezmiş ya. Yetmemiş diğer tarafa gitmiş. Oradan dönüş yok sadece. Acayip iyi. Keşke beni de alsaydı yanına evlenmemiş zaten sıkıntı da olmazdı. Her neyse. Ben radyo televizyon mezunuyum. Ve yaklaşık sekiz yıldır tüm Türkiye'yi geziyorum. Bunu nasıl mı yapıyorum. Annemin sattığı lifler, bebek yelekleri ya da bazen yapıp konuya komşuya sattığı gün yemekleri. Ve babamın tamircilikten kazandığının bir kısmı. Bunun hepsini bana niye veriyorlar bilmiyorum. Ben olsam vermem yani. Hayırlı bir evlat değilim bence. Sekiz yıldır yüzümü görmüyorlar çünkü. Ve hiç çalışmadım. Hep yollarda bir yerlerdeyim. Sekiz yılda sekiz şehir gezersem elhamdülillah diye bir hedefim vardı üniversite birde. Şimdi yirmi sekizinci şehrime gidiyorum. Ama hedef Evliya Çelebi’yi geçmek. Adam 51 yıl gezmiş ya 51. Yirmi sekizinci şehrim Bursa. Evliya Efendi'nin ikinci şehri aslında gezdiği ilk şehir. Ve kaçak gidiyor biliyor musunuz? Yani babası izin vermiyor ve ondan azar işitiyor. Ama babası onun bu gezme sevdasını görüp izin veriyor. Ve seyahatname yazmasını vasiyet ediyor. Evet, Evliya Çelebi'nin ilk şehrine, Bursa'ya gidiyorum.
Kahvaltıyı ettim. Valizimi ve çantamı arabaya koydum. Annemin elini, mecburen kardeşimin yanaklarını öptüm. Bir iki tokat patlatmayı tercih ederdim ama annem öldürücü bakışlarını üzerimden pek çekmedi. Babama selam söyledim. Ve bindim küçük tosbağa arabama. Bu arabayı da aldılar mesela. Niye ki? Her neyse, Allah onlardan razı olsun. Gözlüğümü taktım radyoyu sevdiğim bir kanala ayarladım ve bismillah dedim.
“Allah'ım sen Evliya Çelebi kuluna Bursa'da nereleri görmeyi nasip ettiysen bana da onun gözüyle görmeyi nasip et. Ama kendi gözümle de göreyim. Amin.” diyerek otobana çıktım. Annem sağ olsun arabanın arka camını yıkamıştı arkamdan su dökerken. Arka camın sileceğini çalıştırdım ve camı temizledim. Sevdiğim müzikler geldikçe neşeleniyordum. Yaklaşık iki saatlik bir yolum vardı. Bir saat mola vermeden gittim. Depo ışığı yanınca güvendiğim bir petrole çektim arabayı.
“Doldur abi.” derken ki özgüvenim için teşekkür ederim baba. O sırada da annemi arayıp konuştum. Haberdar etmem bu gezmelerin ana direğiydi. Haber yoksa gezi de yoktu. Petrolün marketinden atıştırmalık bir şeyler aldım çıkarken bir hanımefendiye çarptım.
“Pardon.” Diye telaşla kadından özür dilerken kadın bana uzunca baktı ve,
“Kendi yarıçapını hesap edip dönmen gerekiyor. Yani bir ayağını sabit tut diğeriyle etrafında dön. Ve bundan sonra ona göre köşelerden dön olur mu canım!?” Derken matematik öğretmeni olduğunu anlamıştım. Tamam derken yüzümdeki tebessümü tutamamıştım. Arabanın yanına gidip abiye fişi verdim ve arabaya binmeden önce bir ayağımı sabitleyip diğeriyle bir tur döndüm. Kadınla o sırada göz göze geldik ve bir anlık cesaretle şöyle dedim
“Yarıçapımı hesapladım, bundan sonra sıkıntı yok.” dememle kadında ben de güldük. Arabaya binip yoluma devam ettim. Kalan bir saat hızla geçmişti. Bursa'nın giriş tabelasının önünde durup. Okuduğum bölümden kaynaklı, hızla bir spiker gibi video çektim. Benim babamda bana gezdiğim yerleri kaydetmemi ve ona izletmemi, anlatmamı vasiyet etti. Ne yapabilirim. Videoyu halledip hızla Bursa'nın en yüksek ve şehirden uzak yerine ilerledim. Dronumu annem almıştı. Sağ olsun canımın içi. Hemen onu uçurup yine güzel güzel görüntüler elde ettim. Ve onları da laptopuma kaydettim. Artık şehri Bursa'yı gezme vaktidir. Ulu Camiinde öğle vaktini kıldım. Babamın gözüyle çekiyormuş gibi fotoğraflar çektim. Sonra benim usûlum olduğu için gözüme kestirdiğim bir fotoğrafçıya en güzel fotoğrafı çıkartıp arkasına babama özel bir not yazdım. İkindiyi de Yeşil Camiinde kıldım. Ardından midem kazındı. Hemen önceden araştırdığım ve Seyyahlar Derneğinden öneri aldığım bir lokantaya girdim. İnegöl köftesi yerken keyfim bir hayli yerindeydi. Ne diyeyim yani gerçekten kaçıp gezilecek yer. Akşam ezanı okunurken ben hâlâ lokantadaydım. Ve masada laptopum, dron görüntülerini düzenliyordum. Bu esnada kaç çay içtim bilmiyorum. Uzun süre lokantada durmamdan kaynaklı lokanta sahibi ben hesabı isterken bir tatlı getirdi.
“Kestane şekeri. Ağzınız tatlansın.” derken ki yüzündeki tebessümü içimde hissettim. Bursa'nın insanları gerçekten de çok içtendi. Kestane şekerini aşırı sevmem sonucu çarşıdan kestane şekeri almaya karar verdim. Hesabı ödeyip çıktım. Lokanta sahibi Lütfü abi hesabı öderken,
“Bura turistik yerdir. Sizin gibi uzunca oturan olmaz. Buraya mı taşındınız?” diye sorunca tebessüm edip,
“Yoo, ben de turistim aslında. Sadece burada vakit geçirmek güzel geldi.” demem üzerine lokantasıyla gurur duyarak göğsünü kabartıp,
“Evliya Çelebi yaşasaydı o da buraya gelirdi zaten.” Yüzündeki o muzip gurur hoşuma giderken onunla vedalaştım. Ve güzel ve uyguna nereden kestane şekeri alabileceğimi öğrendim. Çarşıda yokuşu çıkarken solda kalan eski fırında. Yokuşu tırmanıp eski fırının tabelasını görünce bayram şekeri görmüş çocuk gibi sevindim. Fırına girip Lütfü abinin selamını verdim. Ve bir paket kestane şekeri aldım. Dışarı çıktım. Ulu camiiye doğru tekrar yol aldım. Bunlar yaşanırken akşam vaktini kaçırdım tabii. Bunun için canım sıkılırken hemen abdest alıp yatsıyı cemaatle kıldım. Ardından da akşamı kıldım. Ömrümün bir gününü de şehri Bursa'ya armağan etmiştim işte. Ulu Camiinin bol cemaati dağılırken bende Orhan ve Osman Bey'in türbesine doğru çıktım. Oradaki parkta boş bir bank gördüm. Kestane şekerini poşetinden çıkarıp ağzıma bir tane attım. Bugünü de arızasız geçirebildiğim için bir teşekkürdü kendime. Zira benim en meşhur seyyah özelliğim her şehrin sanayisini arabamla görmüş olmamdı. Bugünü iyi atlatmıştım. Bankta yanıma bir adam oturdu. Sorgusuz sualsiz yanıma oturduğu için ters ters bakışlar atıp kenara doğru kaydım. Adam hiç bir şey demeden elini yanıma koyduğum kestane şekerine uzattı ve bir tane alıp yedi. Bakışlarım inanmadığını belirtircesine gözlerimi büyüterek adama döndüm ve,
“Pardon, napıyorsunuz!?” dememle kestane şekerini yutup bana döndü,
“Diyar diyar gezip Evliya Çelebi'yi arayan kızla aynı bankta oturuyorum. Bir sakıncası varsa kestane şekerinden izin isteyin.” diyerek bakışlarını Bursa'ya çevirdi ve,
“Arızalıysa yarıçap dönen Mevlana değildir,
Arıza yarıçapsa dönen Evliya’dan başkası değildir.
Aradur. Bulursan senin, bulamazsan benimdir.
Hızır selamet ister, Evliya’dan selam bekler.
Sen gönlünü hoş tut seyyah hanım,
Bursa'nın Evliya’sı seni de Çelebi eder.”