Öykünün iskeletini birlikte oluşturduğumuz karıcığım Senacığıma,
İngilizcecimiz Melek Hanım, öğretmenler odasında bana Kimsesiz Çocukları Eğitme Derneği diye bir dernek olduğundan bahsetti. Dört Türkçeci bir Sosyalci bir de İngilizcecilermiş. Malum dersanedir kurstur bilmemnedir, eğitimde fırsat eşitliğini öldürdüler, kefensiz gömdüler, sonra gidip mezarına da işediler. Bu KÇED, yani, Kimsesiz Çocukları Eğitme Derneği normal örgün eğitimi bile güç bela okuyabilen çocuklardan azimli olanlarını seçiyor, onlara ücretsiz ek ders sağlıyormuş. Meryem Hanım, Merve Hanım, diğer Merve Hanım, Mehmet Bey, Melisa Hanım bir de Melek Hanım. “Sizin de adınız Mustafa ya, M yani, ekibe yakışırsınız.” dedi Melek Hanım, gülümseyerek.
Kesin bu Melek Hanım’ın sende gönlü var reis. Bir vesile bulmuşken atmış kemendini. Güzelse dik dur, yakalasın boğazından, sonra kendi zaferi sansın.
Pek güzel değil. Güzel ya aslında. Ama ne bileyim. İngilizcecilerden hep uyuz olmuşumdur ben. Melek Hanım da tam bir İngilizceci. Ama senin de fark ettiğin gibi, ortada öyle ya da böyle bir matematik var. Beş kadına iki beyiz. Hatta Mehmet Beyle diğer Merve Hanım evliymiş, ortada bir rekabet bile yok. Kümese giren tilki gibiyim diyeceğim, ama ondan bile daha iyi durumdayım, çünkü tilkinin piliçleri beğenmezse yüzünü ekşitip ortamdan çıkma hakkı yok, mecbur birisine tamah edecek, anlatabiliyor muyum?
Yuh be birader o nasıl benzetmeler, ben sadece Melek Hanımı sana yakıştırdığım için.
Yakıştırma kardeşim bana. Zaten henüz bana bir şeyin yakışması mümkün değil. Hani ergen çocuğa ceket alırsın tam olur ama sonra birden boynu uzar kolu kalınlaşır daha dün mükemmel olan ceket bugün yalapşap olur saçma sapan olur anlatabiliyor muyum. Benim daha karakterim oturmadı ki sen önümüzdeki elli yılı geçireceğim insanlar yakıştırıyorsun bana. Daha kafamın bıngıldağı sertleşmedi, gıdım yerine oturmadı, ayva tüylerim dökülmedi. Bana neyin yakışıp neyin yakışmayacağını ben bilmiyorum, sen nereden bileceksin?
Tamam reis, bişi demiyorum ben, ama ah alırsın ah çekersin, ben geçen bizim Polat’ın başına geleni hatırlasana. Adam bir aşık oldu, sürünüyor şimdi…
Ona eyvallah. Ah almayayım, vah dedirtmeyeyim, ama daha en başından “hah” demeye neden çekineyim. Neyse, ne diyordum, hah dernek. İşte beni derneğe aldılar tamam mı, kafamda bir sürü hesap dönüyor. Dernek ofisi bile tutmuşlar, bi tane toplantı odası, bi de çocuklar geldiğinde ders anlatalım diye içinde ufak bir tahta, altı yedi kolçaklı sandalye. Öyle bir ofis. Tabii o tahta bana yetmez aslında, ama hemen uyuzluk yapmayayım dedim. Bana karşılama toplantısı yapıyorlar, ama nasıl güzeller nasıl güzeller. Aman Allah’ım.
Düşün yani, en çirkini Melek Hanımdı. En güzeli de -diğer olmayan- Merve Hanım. Türkçeciymiş, Sakız adası göçmeniymiş. Aslında diğer dediğim Merve Hanım da Türkçeci. Yani sıkılıyor herhalde bu Türkçeciler, nerede bir dernek var bi atölye var, doluşuyorlar. Ama Merveler. Merveler hakkında ne konuşacağımı unuttum. Nasıl bir genelleme yapacaktım, dilimin ucundaydı, ama sanki… Sanki içimden bir anne bana terlik fırlattı.
Mehmet Hanımla evli olmayan Merve Hanım, diğer olmayan, yani Merve I, Birinci Merve, öyle bir baktı öyle bir konuştu öyle bir sustu ki, toplantı nasıl geçti,bana nasıl yetki ve sorumluluklar verildi, nasıl bir ecele razı oldum bilmiyorum. Enerjimin ve dikkatimin tamamına yakınını Merve Hanıma aval aval bakmayayım diye kendimi tutmaya harcandı. Sonradan öğreniyorum, Melek Hanıma sorunca, meğer, haftanın dört akşamı üç tane çocuğa matematik anlatmaya gönüllü olmuşum. Ben olmuşum.
Gülme lan. Dersanelerin verdiği parayı beğenmezken düştüğüm durum komik tabi, ama bunun hikâyesi daha güzel. Yok yok, gerçek hikâyesi değil, “Bekârlık başına vuran Mustafa ”yla başlayan değil, “Kimsesizlerin, ezilmişlerin dostu Mustafa”yla başlayan versiyonu. Neyse. Başladım derslere. Yavrucaklar da bunun nasıl bir fırsat olduğunu fark etmişler, nasıl harıl harıl çalışıyorlar. Pişman değildim yani. Hatta iyi bile oldu diye düşünmeye başlamıştım.
Zaman içerisinde herkesi tanıdım tabi. Sosyalcimizin adı Melisa Hanımdı, kendisi sağlıklı yaşamak için harcadığı ekstra azmiyle ömrünü yirmi yıl kısaltangillerdendi. Meryem Hanım Türkçeciydi, iyi bir şiir okuruydu, yani kendini tanıtırken öyle diyordu, yoksa malum ben bir şiirin iyi olması ne demek diyince pek anlamıyorum. Bazen bana okumam için kitaplar öneriyordu, kapağında ölmüş insanların vakur resimleri olan kitaplar. Ben de işte aynı öyle pozlar takınıyordum, şu an ölsem benim de kapağıma bir dernekte hayrına verdiğim dersleri koysunlar. Ama Merve I benim şiir okuduğumu görürse iyi olur diye düşünerek bu kitapları alıyordum. Tabi okumuyordum ama elimde şiir kitaplarıyla geziyordum yani. Şiir başka ne işe yarar bilmediğim için, anlatabiliyor muyum?
Mehmet Bey saz çalıyordu. Bunu da ondan duyuyorum yoksa sazını görmedim. Teknolojik işlerden anlayan amcaoğluyla oturmuşlar, evin banyosunda kaydettiğini efektlerle filan değiştirerek sanki stüdyo kaydıymış haline getirmişler. Çok etkilenmiş gibi yaptım. “Demek stüdyo kaydı ha, vay be.” dedim. Konuyu çok biliyormuşum gibi, “Spotifaya konuluyor mu öyle?” dedim. Güldü Mehmet Bey, “Gençler dinlemez ki böyle şeyleri” dedi. Kendisi de otuz beşinde yok ha daha. Hanımı Merve II koluna vurup, kendisini hatırlattı, “Sen sayılmazsın sütlacım, Allah senin cennetteki yaşını yüzüne şimdiden sabitlemiş.” dedi beyi. Mutlular. Mutlular da, ne bileyim böyle de mutlu olunur mu? İnsan heveslenmiyor.
Birimizin dersi bittiğinde öteki başladığı için ve dernek binamızda sadece tek bir sınıf olduğu için hocaların hepsiyle bir araya geldiğimiz bir vesile olmuyordu. Bir sürü Türkçeci olduğu için de en az Türkçeci hocalarla karşılaşıyorduk. Yani Ben 1. Merveyi, Merveciğimi pek ender görüyordum, o zamanlarda da kemküm ediyor, kızarıyor bozarıyor pek bir ilerleme kaydedemiyordum. Yani tilki filan diye çok konuştum ama tavus kuşundan beter oldum, çünkü hem benim de gözüm tek bir kişiyi görüyordu, hem de benim öyle güzel tüylerim yoktu. Hem de uçamıyordum ben. Gerçi tavus kuşu da uçamıyor. İkimize de yazık.
Sınav zamanına yakın tempo arttı. Her birimizin ders yükü iki katına çıktı. Toplantıda bu sefer bilincim yerindeydi, ama Merveciğim ile karşılaşma ihtimalim artarsa diye ses etmedim, ben de olumlu oy verdim. Çocukların netleri arttı, özgüvenleri arttı, hızları arttı. Ama yazık yani. Başarılı olsalar da yazık, olmasalar da yazık. Ben çok başarılıydım da noldu, nobel mi verdiler. Neyse. Belki verirler daha. Sınava iki hafta filan kala bu sınavdan sonra bizim derneğin de tatile gireceğini fark ettim. Bu konuda hiç düşünmemiştim, çünkü kendimi rutine kaptırmıştım, sabah okulda derse gir, akşam buraya gel, derneğin duvarına astığımız ders programını bir umutla kontrol et, Merveciğimin ne giydiğine bak, iç geçir, selam ver, hayır o sesinle değil, yakışıklı sesinle, bir daha selam ver. Al sana, bitti işte dönem, şimdi çocuklar gidecekler, yazın burası boş kalacak, sen de nah göreceksin. Kafese tilki girmiş, çamura saplanmış piliçler de kahkaha atmışlar, gıtgıdak.
Hemen bir çare buldum. Vatsap grubumuzda dedim ki bu sene çok yorulduk arkadaşlar, ben hepinizi dernekte son bir akşam bekliyorum. Pizza ısmarlayacağım, herkese, benden. Öyle de bonkörüm, cömertliğimin limiti sonsuz. Melisa Hanım ben vejetaryenim dedi, Meryem Hanım pizza pek sevmediğini, ama muhabbet için geleceğini, Mehmet Beyle, 2. Merve aslında kendi evlerindeki pizzanın yerini hiç bir şeyin tutmadığını, Melek Hanım, yakınlarda yeni açılan pizzacının çok iyi olduğunu söyledi. Merveciğim? Görüldü attı o. Aman Allahım. Hem o kadar param gidecek, hem de Merve gelmeyecek?! O dehşetle bir cesaret geldi, numarasını arayıverdim. Ne diyeceğimi bile düşünmemiştim. “Alo? Ben Mustafa. Evet. Evet Perşembe akşamı. Siparişten önce size sorarım zaten, hep beraber karar veririz. Hiç sıkıntı değil. Tabii ki. Yok zaten ben ısmarlıyorum. Bekliyorum. Teşekkür ederim, görüşmek üzere. Seni…” Kıpkırmızı olup kapadım telefonu. Duymamıştır inşallah, duymamıştır inşallah, duymamıştır inşallah.
Geliyor. Rahatsız mı oldu? Olsun. Yani şunun şurasında zaten insan ömrü yetmiş yıl, onu da beraber geçirmeyi düşlüyorsun di mi. Azıcık rahatsızlıktan ne olur, yarın o da meselâ yorganı çeker sen uyanırsın.
Siparişi beraber karar veririz, gibi alabildiğine masum bir cümlenin bu hikâyenin sonunu getireceğini nereden bileyim? İşte o akşam oturduk, herkesin gelmesini bekliyoruz. Ben bir yandan göz ucuyla Melek Hanım’ın önerdiği pizzacının menüsünü inceliyorum. İngilizceciler hep böyle. Sanki dolarla maaş alıyorlar. Ateş pahası. Ama olan oldu bir kere, hani Merveciğim gelmiyor olsaydı, ya ben sıkıştım, param çıkmadı diye bir yüzsüzlük yapardım ama… Şimdi o da mümkün değil. Kendi kafamdan verimlilik hesabı yapıyorum. Kafalarımızı sayıyorum, sonra daha detaylı hesaplara girişiyorum. Mehmet Bey’in göbeğiyle Melisa Hanım’ın çirozluğu birbirini götürüyor, sadeleşiyorlar. Kimin ne kadar yiyeceğini hesaplayarak, bunu gramaja çevirerek, o gramajı da en uygun nasıl alabileceğimizi hesaplamaya çalışarak bir karar verdim. Dört büyük, iki de küçük pizza alacağız. Bu iki küçük, iki tane büyükle birer menü teşkil edecekler. Menülerin yanında kolasını ve patatesini de veriyorlar, biraz da oradan kalori kurtarırsak.
Ama bir kere siparişe beraber karar veririz, demiştim Merveciğime. Formalite icabı bekleyecek, menüyü gösterecek, pastırmasız mı, yoksa ton balıksız mı pizza istediğini seçtirecek ve siparişi öyle verecektim.
Keşke beklemeseymişim. Merveciğim geldi, masanın başına oturdu ve “Ne yiycez” dedi. Planımdan bahsettim, pastırmalı mı yoksa tonbalıklı mı cümlesini kuracaktım ki, “Biz yedi kişiyiz, altı pizza kime yetecek?” diye çıkıştı. Afalladım. Böyle bir tepki hiç beklemiyordum. Merve devam etti. “Bence yedi küçük pizza söyleyelim hem anca yeter, hem de herkes istediği çeşidi söyleyebilir.” diyince sinirim bozuldu. Allahın sözelcisi, ne bilecek gramaj hesabını. Bi de bilmeden benim cimri olduğumu ima ediyor. Yani alırız almasına, ne var, ama, bizim de mesleki bir gururumuz var. Tane tane açıklamaya giriştim. Bak dedim, şimdi bu bir daire. Oradaki kutu boyutu kafanı karıştırmasın. Dairenin alan formülü neydi pi re kare. Re burada yarıçapa tekabül ediyor. Çarpınca ne çıkıyor. Büyük pizzaların aslında 1.5 küçük pizzaya tekabül ettiği… Merve kendinden hiç beklemediğim bir şekilde “Öffff” dedi. “Ne kafa ütüledin be. Param yoksa param yok de. Ben ısmarlarım sana.”
Ne diyeceğimi bilemedim. Artık konu Merveyi tavlamaktan çıktı, bir sözelciye haddini bildirmeye dönüştü. İçeri odadan tahtayı getirdim, bir tane büyük bir tane de küçük boy pizza çizdim, yarıçapı işaretledim, kenara formülü yazdım. Baktım Merve cüzdanına davrandı, kredi kartını çıkarıyor. O an gözüme çok çirkin göründü, anlatabiliyor muyum, yani sanki bir mağara kadınına bakıyorum, bilimin meşalesini görse ateşinden korkup tanrılar kızdı diye içine kredi kartını atacak.
Ne istedilerse ısmarladım. Benle Mehmet Bey’e de birer tane büyük boy ısmarladım hatta. Melisa Hanım beni tek anlayan kişi oldu. “Ay ben de çok dikkat ediyorum normalde bu kalori hesaplarına, ama benim kafam da pek matematiğe basmıyor. O yüzden n’apıyorum biliyor musunuz?” dedi. Tartıyormuş. Bildiğiniz yiyeceği şeylerin hangisinin diğerinin kaç katı olduğunu anlamak için tartarak yiyormuş baklavaları, börekleri, pizzaları. Hah dedim, sevindim. Birazdan pizzamız gelecek, biz de tartacağız, benim haklı olduğumu anlayacaklar. Melisa Hanım içeriden tartıyı getirdi, toplantı masasına koyduk. Birazdan bir tane büyük boy pizzanın bir buçuk tane küçük boy pizzaya denk olduğunu kanıtlayacaktım.
Kanıtlayamadım. Bayağı da haksız çıktım yani.
Çok beklememiz gerekmedi. Pizzalar geldi, herkesi durdurdum. Mehmet Bey’in büyük pizzasını, darasını da hesaba katarak tarttık. Sonra benim pizzayı tarttık. Mehmet Bey ve Merve Hanım bu anlaşmazlıktan büyük keyif almışlardı, hayatlarında ne zamandır böyle bir heyecan olmadığı çok belliydi. Aslında en başından, Melisa Hanım’ın küçük boy margaritasını tartarken haksız çıktığımı fark ettim, üstelik margarita üzerindeki malzemesi en az pizzaydı. Ama inat ettim. Pizzaların soğuması pahasına, hepsini tek tek tarttım. Herkes artık homurdanıyor, benim üç kuruşun hesabını yapan, ama bunu da hesap bilmeden yapan bir mendebur olduğumu düşünüyorlardı bence. Sağolsun, Melek Hanım bana anlayışla gülümsedi. Melisa Hanım cep telefonundaki kalori programına bir şeyler girdi. Meryem Hanım pizza kutusunun üzerinde bir imlâ hatası buldu. Ve son pizzayı tartarken Merve Hanımla göz göze geldik ve kahkahayı bastı.
Yani aslında çok dalga geçmedi. Ben olsam daha fazla dalga geçerdim. Ama Merve’nin yüzündeki küçümseme, beş tane sözelciye karşı hem de hesaba gelir bir konuda haksız çıkmış olmak kahretti beni. Gece uyuyamadım. Kalktım, pizzacının vebsitesine girdim, ölçülere tekrar baktım, tekrar hesapladım, hamur kalınlığındaki yüzdesel oynamaları da hesaba katayım dedim, içeriklerin ağırlığını düşündüm onu değerlendirdim, bunu değerlendirdim bir türlü bir açıklama bulamadım. Hayatın her alanında zaten fazla fazla mevcut muğlaklığın ve gizemin buraya da sirayet etmesine fitil oldum. Hem sadece o da değil. Merveyi tavlamak için o kadar para harcayıp bi de üstüne rezil olmuştum. Yenilip yutulacak gibi değil.
Ertesi sabah en yakındaki Miller Pizza şubesinin adresini buldum. Yakınmış. İçeri öyle bir hışımla girdim ki kasadaki kız hafifçe çömelip siper aldı sanki. “Buyrun beyefendi, nasıl yardımcı olabilirim?” dedi. Ben de o an tam ne söyleyeceğimi düşünmeden buraya geldiğimi fark ettim. Beş dakika filan dernekmiş, yarıçapmış tartıymış geveledim kızcağızın iki gram aklını da ben bulandırdım. Kız anlamayınca olayı tekrar anlattım, bu sefer daha muntazam bir olay örgüsüyle, tam bir sözelci gibi. Ama yine anlamadı. Demek ki eşit ağırlıkçı lazım bu işe. Bu konu başka nasıl izah edilir bilmediğimden, aynı kelimeler ancak daha yüksek bir sesle konuyu en başından anlatırken içeriden birisi kafasını çıkardı. Üzeri hem unlu, hem de makine yağı içerisinde.
“Matematikçi misin Hocam sen?” dedi.
“He” dedim.
“Ben matematikçi değilim.” dedi.
“Olsun.” dedim.
“Yine de matematiğin bir de uygulamalı kısmı var. Her şey teori değil.” dedi.
“Doğru.” dedim.
“Meselâ” dedi. Üzerindeki unları çırptı. Zamanında kimbilir nereden aldığı ancak hiçbir işe yaramamış bir diplomanın yüzüne yerleştirdiği buruklukla güldü. “Meselâ, makineler bazen arıza yapabiliyorlar. Senin girdiğin yarıçapı dinlemeyebiliyorlar. Sen de tutup, insanların bu matematiği anlamasını bekliyorsun. Hayatın matematiğini sen anladın mı bakalım?”