________________
İlk gün olalı beş hafta olmuştu. Farklı bir yerdeydim. Bir mahalleden başka bir mahalleye taşındık. Farklı mahalle farklı şehir farklı ülke. Ülkenin adını söyleyemiyorum o yüzden yazmayacağım da. Beş haftadır bu tanımadığım yerdeyiz. Arkadaş desen yok, annemgil desen yok, kardeşlerim desen yok. Kimse yok. Daha doğrusu benim kimsem yok. Çünkü dil bilmiyorum. Dil dönmeyince gönül de dönmüyor. Öööyle bakıyorum beş haftadır. Acaba bir Türk çıkar mı diye tüm konuşmalara kulak kesiliyorum. Ama yok. Herkes kendi dilini konuşuyor. Hayır imkânsız da değil yani. Tabii bir olay değil mi göç etmek? Benden başka Türk de göç etmiştir. Denk düşmedik işte. İşe gidiyorum geliyorum. Anlamıyorum. İnsanlar bana bakıp gülüyor, kahkaha atıyor, konuşuyor. Tüm muhabbetleri benmişim gibi garipsiyorum. Biliyorum bir zerre bile değilken kâinatta muhabbetleri ben olamam. Ama şüphe insanın iliğini sömürüyor.
Bir kelime daha öğrendim. Bildiğim üç yüz on iki kelimeye bir tane daha eklendi. Pardon, üç yüz on ikinci kelimem oydu. Fou. Tek hece. Üç harf. Türkçede iki hece. Dört harf. Deli. Fransızca. Ama ben Fransa’da değilim ki? Bu kelimeyi bizim mahallenin sonunda oturan yaşlı dedeye söylüyorlar. Bebe belik. Yediden yetmişe tüm mahalle. Onun hakkında bir şeyler öğrenemedim. Lakabı deli, fou. Tek bilgi bu. Üç ay daha geçti bu arada. Ben dilde emeklemeye başladım. Emeklemeden koşulmaz zira. Bu arada da bir kaç bilgi öğrendim. Daha doğrusu gördüm. Mahalleyi her sabah altıda kalkıp süpürüyor. Çocuklar oyun oynayınca camdan onları izliyor. Top onun bahçesine kaçınca topu geri vermiyor ama şeker veriyor. Hem de en güzellerinden. Bir kere bana da nasip oldu. Yolda top oynayan çocuklar topu kaçırdılar, top bana çarptı bahçesine sekti. İçeriden beyaz saçlı, sakalsız, ki bence dedeler sakalsızsa bir sıkıntı vardır, dikdörtgen gözlüklü elinde bastonuyla bir dede çıktı. Sonra topu bastonuyla tuttu kendine doğru yuvarladı. Ve eğilip aldı. Belinin tutulmamasına şaşırırken beni fark etti. Gözlüğünü parmaklarıyla gözüne doğru iyice itti. Ve bana bakıp hızlıca,
“Wer bist du[1]?” dedi. Bildiğim iki gram kelimeyi de toparlayamayarak,
“ Arbeiter[2].” Dedim. Adam kaşlarını çattı gözlüğünü geri yerine çekti ve beklemediğim bir anda kendi kendine konuştu,
“İstila ettiler alamanyayı!” Demesiyle içimdeki Türk binlerce Türk içinden birini bulduğu için hemen ayağa kalktı ve,
“Dayı sen Türk müsün?” diye konuştu. Çatık kaşları düzleşti bana mimik oynamayan yüzüyle bakıp, elindeki şeker kabını uzattı. Arkamdan çocuklar gelip şekerlerini aldılar ve oyunlarına döndüler. Top hâlâ dayının koltuğunun altındaydı. O bana ben ona tepkisiz bakıyorduk. Topu bana attı. Arkasını döndü evine girdi perdeleri çekti ve ben gözlerimi kırpıştırırken evden bir çığlık geldi. Yerimde zıplayıp eve bakış attığımda perdeleri tekrar açtı kapıyı açtı geri çıktı. Gözlüğü yoktu. Bakışları yerindeydi.
“Willst du çay trinken?”[3] diye iki dilin mikserle karıştırıldığı bir soru geldi. Başımı hayır anlamında sallayıp uzaklaşmaya başladım. Markete gittim. Portakal aldım. Nane limon aldım. Bura yağmurun ana vatanıydı sanki. Bu ne bereket kardeşim. Marketten gelene kadar yine ıslandım. Hasta olacakmış gibi hissediyordum. Elimde poşetlerle evinin önünden geçtim. Bahçede oturuyordu. Sırılsıklam olmuştu. Gözlüğü yoktu. Saçları kafasına yapışmıştı. Donuk gözlerle ileri bakıyordu. Ona baktığımı hissedip bana döndü. Eli cebine gitti. Ayağa kalktı bana doğru geldi ve elini uzattı.
“Şeker?” Sanki bir çocuğu yemek yemeye ikna eder gibi sormuştu. Bakışları beni tehdit ettiğinden,
“Nein, danke[4].” derken ilk anlamlı cümlemi kurduğum için de teşekkür ettim kendime ve bu tip tip bakan dayıya. Korkunun ecele değil belki ama dile faydası varmış. Yürüyüp eve girdim. Pencereden yağmur yağıyor mu diye başımı uzattığımda evinin bahçesinden bizim apartmana bakan dayıyı gördüm. Perdeyi çekmek için uzandığım sırada bir şey fark ettim. Dayının elinde bir dürbün mü vardı? Tövbe estağfirullah çekerek perdeyi de çektim. Nane limonumu yapıp koltuğa oturdum. Dilimi geliştirmek için yaptığım yabancı dizi izleme maratonuna başladım. İki saatlik diziden beş dakikalık bilgi öğrenerek anlıyordum diziyi. Ama o beni anlıyor muydu bilmiyorum. Anlamıyordur. Çünkü diziyi izlerken konuştuğumdan o da beş dakika duyuyor. Ki onlar gerçek de değil. Uykumun geldiğini hissederek battaniyeyi üstüme çektim. Televizyonu kapatırken uyuyakaldım. Pardon, kapatamadan uyuyakalmışım. Sabah gürültüsüne uyandım. Hazırlandım. Evden çıktım. Apartman kapısından çıkarken yerde bir şeker buldum. “Hayrolsun” diyerek aldım. Türk marka bir şekerdi. Devam ettim. Her gün uğradığım fırından kruvasan ve kahve aldım. Annem ettiğim şu kahvaltıyı görseydi sırt üstü giderdi. Aldığım maaşın üçte birini aylık fırına bağlasam yeter miydi acaba? İçimde iktisat okuyan kişiyi susturup yoluma devam ettim. Sabahın erken saatlerinde bu kadar insanın hazır ve nazır olması canımı sıkıyordu. Ne yani sabah iş yerine saatinde varınca tebrik mi ediyorlardı seni de geç kalınca azarlamaya hakları var? Sinir katsayım yükselirken otobüs geldi. Kahvemi bitirememiştim. O yüzden binmedim. Keşke binseydim. Zira şuan dört göz biri, bana, elinde dürbünle bakıyordu, bu durumda altı göz oluyor. Yaşlı dayıyı fark edince diğer otobüsün hızlı gelmesi için dua etmeye başladım. Allah'ım sen sonumu hayr getir. Bu dedede bir sıkıntı var. Eminim. Gözlerimi kapatıp dua ederken yakınımda bir nefes hissettim. Gözümü hızla açarken karşımda o dedeyi görmeyi beklemiyordum.
“Allah!” deyip arkaya adımlarken sakince bana elini uzattı. Avucunda yine şeker vardı.
“Şeker?” kafamı istemsizce hayır diye sallarken, niye evet diyip adamı göndermediğim için kendime kızmaya başladım. Salak kafam. Adam bu sefer diğer elini cebinden çıkartıp bu sefer de çikolata uzattı.
“Schokolade?”[5] kendime hakim olup gerginlikten çeneme doğru yükselen omuzlarımı indirdim ve avucunun içindeki çikolatalara bakmaya başladım. Hemen birini alıp gitmesini isteyen ben diğer otobüsü çikolatayı seçemediğim için kaçırdım. En sonunda tüm çikolataları avucundan avuçlayarak aldım ve geliştiğini düşündüğüm dilimle gurur duyarak,
“Danke schön.”[6] Dedim. Teşekkür ettim yani. Adam çikolatayı almamla yüzünde kocaman bir tebessüm oluştururken. Arkadan gelen otobüsü görüp başımı eğerek selam verdim ve,
“Selametle.” Diyerek uzaklaştım. Otobüse binip boş bir koltuğa oturdum. Bu memlekette oturmak mümkündü, evet. Dede otobüse dönüp otuz iki diş sırıtarak bana el salladı ve yüksek sesle,
“Sakın başkasına ikram etme!” Diye bağırdı. Başımı onaylarken. Bu çikolataları yememeye kendime söz verdim. Çalan telefonumla elim cebime gitti. Hızla telefonu cebimden çekerken çikolatalar da yere saçıldı. Telefonu kulağıma götürüp yere çöktüm ve çikolataları toplamaya başladım. Otobüste karşımda duran çocuk heyecanla çikolatalara bakınca, bir anda sesler kesildi. Otobüs durdu. Çocuk bana baktı. Ben ona. Elimdeki bir avuç çikolatayı ona uzattım ve tıpkı o dede gibi,
“Schokolade[7]?” Diye sordum. Çocuk hızla gelip elime uzandı ve bir kaçını aldı. Teşekkür edip yerine gitti. Annesi ona kızarken elindeki çikolatayı açıp ağzına atmıştı. Telefondaki sesler gelmeye başladığında,
“ Wo bist du, du Idiot!?”[8] Telefonu kulağımdan çekip kapama tuşuna bastım. Başımı çikolatayı alan çocuğa çevirdiğimde çocuğun kıpkırmızı kesildiğini gördüm. Otobüsün durduğu ilk durakta inip, birine daha ikram ettim o çikolatadan ve hepsi kızarmaya ve boğulmaya başlıyordu. Ne yapıyorsam düşünmeden yapıyordum. Engel olamıyordum. Ama kulaklarımda o yaşlı dedenin daha önce duymadığım sözleri çınlıyordu. Ve her seferinde değişip çoğalarak tekrar ediyordu.
“Şekerler şeker çocuklar içindir. Zehirli çikolatalar zehirli insanlar için. Yiyen varsa ölen de vardır. Maktul belliyse katil de vardır. Son varsa baş da vardır. Kan varsa şeker de vardır...”
Fitnat Sümeyye Erbek
________________
[1] “Sen kimsin?”
[2] “İşçi.”
[3] “Çay içer misin?”
[4] “Hayır, teşekkürler.”
[5] “Çikolata?”
[6] “Teşekkür ederim.”
[7] “Çikolata?”
[8] “Neredesin, aptal!?”