HİKÂYE-İ CÂNVAR
Şehzade Mustafa’nın kara kâkülü kara toprağa karışmadan önce.
Mustafa’ya Taşlıcalı Yahya Beg mersiyeler düzmeden önce. Kanuni’nin aklına evlat katli düşmeden önce. Ama çok önce.
Hikâyeyi geç başlattık. Daha geriye daha geriye.
Şehzade Mustafa anasının rahmine düşmeden.
Anası dahi anasının rahmine düşmeden. Cedleri daha Anadolu’yu yurt bellemeden.
Bir adam tutturmuş, “Ben tüm mahlukları merak ederüm. Hayretimü Allah içün adı görklü Peygamber(sav) içün arturmak dilerüm. Ey şuraların, buraların, Çin’in Maçin’in pagan pagan gezen Yunan’ın bile Rabbi, bana görmediğim varlıkları da ilham et. Gönül gözüme göster.”
Adamın ismini diyelim demesine ama bu dünyada aşikâr olunan rahat bırakılmaz. Olmayan mezarında ruhuna bin iğne batırılır. Belki kabir azabı çekiyordur rahmetli. Zahmetine zahmet eklemek mümine yakışmaz. Ne diyorduk?
Adam hayretim de hayretim, aman artsın, aman cümle acayip varlıkları bileyim, tüylerini göreyim, koca dişleri varsa onlara şöyle bir dokunayım diye tutturmuş. Gece gündüz buna dua kılmış. Estağfurullah. İnsan, acayip acayip varlıklar göster bana ya Rab, beni bununla terbiye et diye Tanrı Taala’ya yalvarır mı? Yalvarır yalvarır. İnsanların hayal dünyalarına bir giriversek düşlediklerini, düşleri için ettikleri her duayı duyuversek. Estağfurullaaah. Dayanamayız. Türümüzü artık hiç ciddiye almayız da şu gamlı diyar daha da çekilmez olur.
Adam, Tanrı Taala’ya beş vakite teheccütleri ulayarak kuşluklarda alnını secdeden kaldırmayarak dua kılmış. Çarşıları pazarları dolanmış. Ne kadar yabandan gelmiş tüccar varsa yolunu kesmiş. Yalvarmış. Bana memleketinizin acayip varlıklarını, garip mahluklarını anlatıverin. Karşılığında akçelerden akçe, hizmetlerden hizmet beğenin, diye yalvarmış durmuş. Arap’ı Acem’i Rum’u Ermeni’si kim varsa bu aklından zoru olan âdeme bildiklerini anlatmaya başlamışlar. Adam aç kurtların yiyeceğe kavuşması gibi, çölün suya kavuşması, Tahir’in Zühre’sine kavuşması gibi kavuşmuş her dinlediğinde. Her duyduğu acayip bir varlıkta Hakk’a hürmeti artmış artmış artmış.
İsmini dedik miydi bu ademin? Adem değil Âdem’in. Âdemlerden bir Âdem’in. Dedik. Artık ne kadar ölmüş Âdem varsa ruhlarına birer Fâtiha hediye edelim madem. Âdem-i Şirazî imiş bu âdem. Her duyduğu acayip mahluku defterine bihakkın yazmış. Tüyünü kanadını ince ince resmetmiş. Amma biraz abartmış. Bu varlıklara duyduğu hayret onu öyle büyülemiş ki kâğıdın kalemin başına geçince kendinden geçmiş. Öyledir. Kâğıt kalem Âdem oğlunun Havva kızının eline geçince bir olan bin, bin olan bir olur. Âdem-i Şirazî büyülene büyülene yazadursun. Bu yazdıklarını merak edecek şehzadenin babası da sarayın bahçesinde lalasının eteğinden tutup gezinmeye başlamış.
Bir gün Âdem’in merakı doymuş. Demiş ki yeter Allah’ım. Daha bana duyurma artık acayip varlıkları. Eksik duayı gördünüz mü eksik duayı? Ne demek daha bana duyurma? Âdem Beg olmuş mu üstünüze afiyet sağır? Hatunuyla bir kavgaya tutuştuğunda bakmış ki kadın ne dese kulağında akis bulmuyor. Gevrek gevrek gülmüş. Tanrı Taala bana acıdı da bunun çenesini bağladı, diye düşünmüş. Ama adamın kızı odaya girince anasına karşılık verince… Çakmış köfteyi. Eyvah, demiş. Allah’ım benim gibi aklı kıtın duasını hemen kabul buyurmasaydın bari. Üzülmüş üzülmesine ama ne çare. Artık kulağı dünya zımbırtılarına kapalı bir bahtlıymış kendisini bahtsız sansa da. Kızcağızı babasının pencere kenarında kendi sesini dinlediği bir gün özene bezene yazdığı defterini karıştırmış. Babası acayip acayip varlıkları anlatıp durmuş bu defterde. Defter de deftermiş hani. Ceylan derisi kaplı, sayfaları Çin mamulü ipeğimsi sayfalı. Babasının merakını celbeden Allah’a hayretini artıran varlıkları okuyup durmuş. Merakını bir varlığa celbetmek iyidir. Hakk’a götüren yolların başında gelir. Başında gelir gelmesine ama yolunu Allah’a çıkarmayı bile. Neyse ne, kız defteri okumakla kalmamış. Resmetme hüneri de varmış. Almış eline kâfir elinden gelme fırçayı, Türkmen illerinden gelen boyaları resmetmiş bu garip varlıkları. Çizdikten sonra artık kulağı tıkalı gözü kat kat iyi görür olan Âdem, bakmış ki kızı kendi hayalinden bile güzel hayal etmiş varlıkları. Bakmış ki kızının hayreti kendi hayretini de aşmış. Eksik duasına hayıflanmış. “Ey Allah’ım,” demiş. “Keşki böyle dua etmeyeydim de duydukça duyaydım senin acayip varlıklarını.” Derken aklına bir fikir gelmiş. Kızı mademki kendisinden daha güzel hayal ediyor bu varlıkları. O gitse ve öğrense ya tüccarından, buralara yolu düşen papazından bilmem kiminden. Kızına böyleyken böyle demiş, git öğren ve resmet. Babacığının dilini eşek arıları soksun, etti bir eksik dua. Dua da imtihana dâhil. Ne değil ki?
Kız, yaşlı babasını kıramamış. Anası izin vermese de kaçıp kaçıp Şiraz’ın çarşısına pazarına gitmiş dolaşmış. Uzak diyarlardan gelen âdemleri bulup konuşturmuş. Her duyduğu acayip varlığı çizmiş. En son Surlu bir tüccardan dinlemiş bir varlığı. Dinlerken büyülenmiş. Resmetmeye koyulmuş. Beyaz tüyleri inciden parlak, gözleri bir ahuyu kıskandıracak kadar güzel, siması kuş dese kuş değil. Sesi bülbül mü andelip mi zümrüdüanka mı anlatılmaz bir varlık. Gagası sanki kakma ustalarının en âlîsinin elinden çıkmış mükemmellikte bir mahlukat. Kız; bu varlığı resmederken ara ara babası da uğrar yanına, hayret edermiş. Adını sormuş kıza, kız bilmiyorum diye omuz silkmiş. İşaretle bunu anlatan Surlu da bilmiyordu demiş. İsimsiz bu mahluk büyülemiş baba kızı. Hele kızı. Kız her fırçayı kâğıda çaldığında hayranlığı katmerlenmiş katmerlenmiş. Kimseye de diyememiş kınarlar diye. Hiç insan yaptığı resme hele de cinsinden olmayan adı sanı belli olmaz bir cinse gönül düşürür mü? Resim tamamlanırken kız eksilmiş. Resim pasparlak renklere kavuşurken kızın benzi soldukça solmuş. Öyle zayıflamış ki babasıyla anası endişelenmişler. Kız, anasına diyememiş ama babasına demiş. Nasıl desin, adam sağır. Bir kâğıda derdini dökmüş. “Ben,” demiş. “Bu acayip varlığa âşık oldum. Surlu, soyu tükendi demişti. Görme imkânım da yok. Yani babacığım, senin akılsız kızın bir acayip mahluka kendini kaptırdı. Ne desen kabulüm. İstersen beni odama kapat. Gün ışığı gösterme.” Eliyle güzeller güzeli varlığın resmini göstererek: “Lakin bunu yanıma koyun. Bari bakarak ömrümü tamam edeyim.”
Adam ne etse bilememiş. Kızcağıza kıyamamış. Kızı odasına kapatmamış. Ama o öfkeyle kızı görmeden mahlukun resmini parçalayıp bırakmış. Kızı bakmış ki mahlukun resmi parçalı. Yapanı bilmiş. Ellerini açmış, Tanrı Taala’ya dua kılmış: “Ya Rabbi,” demiş. “Bilirim benim sevgimin varlığı, aptallığımla orantılıdır. Bilirim şimdi edeceğim bedduayı bu gariban babam hak etmedi. Ama gönlümü susturamam. Babamı öyle bir varlığa çevir ki insan olmasın. Öyle bir yere at ki iyilik ettikçe izzet ü ikram görsün. İyiliği kesilince acayipliği göze batsın da bencileyin acayip bir hâle düşmenin cezasını çeksin.” Elini yüzüne sürmüş. Odasına çekilmiş.
Sabah uyandıklarında ana kız bakmışlar ki baba evde yok. Kız aramadık yer bırakmamış. Şiraz’ı altüst etmiş. Bulamamış. Eve boynu bükük ağlamaktan helak olmuş olarak dönmüş. Babasının yazdığı varlıkları resmettiği defteri almış eline. Tüm sayfalarda gezinmiş. Bakmış ki bir varlığın resmedildiği sayfa eksik.
Tabii tüm bunlar olurken Şehzade Mustafa’nın babası hâlâ saray bahçesinde lalasının eteğini çekiştirmekteymiş. Adamın kızı kahrından ölmüş. Zaten incelmiş incelmiş kopmayı bekler bir dalmış. Kopuvermiş bir gün. Kadın taze bir mezarın başında, acayip bir varlık mı oldu yekten kırklara mı karıştı bilinmez bir kocanın ardında ömrünü tüketmiş. O da Rahmet-i Rahman’a kavuşmuş.
Adamın defteri ve kızın resimleri Şiraz şehrine gelen bir yazma avcısının eline düşmüş. Gözleri yerinden çıkacak olmuş. Ben bunu Sultan’a bir satsam daha ömür billah yerimden kıpırdamadan yedi göbek torunuma yeter de artar kazandığım, diye elini ovuşturmuş. Yok pahaya satın aldığı defteri Sultan’in ülkesine ulaşmış. Dolaşmış dolaşmış Sultan’ın ellerine kavuşmuş. Yazma avcısı, defter için pazarlık eder iken kellesinden oluvermiş. Hiç sultanlarla pazarlığa tutuşulur mu? Sultan ise defteri bir beğenmiş bir beğenmiş gece gündüz elinden düşürmemiş. Sarayının yazmacısını çağırmış. “Hele,” demiş. “Şuna uygun bir ad düşün. Sonra da müellif yerine adımı yaz dağıt ülkeme.” Yazmacı temennayla huzurdan çıkmış. Çıkarken şeytanlar aklında fink atmış. “Yarın şehirden ayrılan kervanla Alaaddin ülkesine kaçsan…Orada sultanı bulsan…Bunu ben yazdım, size sunuyorum sultanım, desen. Kurtuldun gitti. Sonrası bu pinti ve gaddar hükümdardan ebedî kurtuluş. Oh.” Odasına vardığında fikrini öyle beğenmiş ki heyecandan uyuyamamış sabahlara kadar. Sabah bir canını bir defteri alıp kaçmış saraydan. Yazmanın da kulağına adını üflemiş: “Ac.ibü’l-M.hlukât Gar.ib’ül-Mevc.d.t.”
Aslında yazmanın isminde harfler eksik değilmiş. Kimi noktaları eksik bırakarak artistlik yapan yazarlara özenmiş bizim kaçak yazmacı. Dua kısmında da Alaaddin nam sultana dualar, övgüler sıralamış. Her biri bin akçe kıymetinde. Kervanla Sultan’ın şehrinden Alaaddin şehrine varan yazmacı saray yolunu tutmuş. Sultana yazmayı sunmuş. Sultan hem acayip varlıkların hikâyesine hem resimlere bayılmış. İthafla daha da keyiflenmiş. Yazmacıya ikram üstüne ikram etmiş. Maiyetine almış. Adam sevinçten dört köşe Alaaddin ülkesinde yaşar olmuş. Yıllar yılları; Ay Dünya’yı kovalamış. Zühre ise canını üzmeden Güneş’i tavaf eylemiş. Şehzade Mustafa doğmuş. Lalasının eteğine yapışmış. Büyümüş. Bir sancağa yollanmış.
Eline bir gün eski bir yazma geçmiş. Arap tüccardan epey akçeye satın almış. Resimleri, hikâyeleri müthiş. Meğer bu bizim baba kızın eseri olaymış. İçinde bir eksik hikâye bir eksik resim. Şehzade bu yırtık sayfayı kafaya takmış. Gece gündüz bunu düşlemiş. Acaba bu harika defterin bu harika sayfasında ne vardı, acaba hangi acayip varlık salınırdı, diye düşünürken hocasına vermiş. “Hoca,” demiş. “Bunu dilimize çevüresün. Lakin bir sayfası eksiktür. Bunun da peşine düşesün.” Hocası şehzadesine nasıl kıysın? Pek severmiş onu. Kıyacak olan kıyacağı günü beklermiş. Taşlıcalı Yahya Beg mersiyesiyle ağlayacağı günü. Hoca, başlamış çeviriye. Ama eksik sayfanın da peşine düşmeliymiş. Can parçası şehzadesi öyle buyurmuş. Ülkenin dört yanına adamlar salmış. İyice belletmiş. Bu yazıdan bu resimden izler taşımalı bulduğunuz, demiş. Adamlar dağılmışlar dört bir yana. Günler sonra biri heyecanla hocanın yanına geri dönmüş. Ne diyorduk? Hah yazmadaki eksik resim.
“Hocam,” demiş geri dönen ulak. “Karaman’ın sınırında bir kasabada bir âdem azmanı yaşar. Yaşlıca. İnsan desem değil. Hayvan desem hiç değil. Lakin halk onu sevmiş. Ev vermiş. Çocuklar etrafında pervane. Ben görünce ağaca tırmandım lakin halk neredeyse sırtında taşıyacak. Birini yakaladım sordum: “Nedir bu mahluka bu ihtimam? Delirdiniz mi? Sizi pişirir bu azman kazanlarda,” dedim. Üstüme saldırdı adam. “Tövbe de, o bize herkesten daha çok hürmet eder. Utan insanlığından!” dedi yüzüme tükürdü. “Beyim bence eksik resim bu azmana aittir.” Hoca dinlemiş dinlemiş: “Yanına sarayın resimcibaşısını al varın gidin resmini yapın o azmanın.” demiş. “Aman ha yakalanmayın. Saldırmasın size.” diye de eklemiş.
Ulak, o kasabaya resimcibaşıyla varmış. Yaşlıca mahlukun evine varmışlar. Kapıyı tıklatmışlar. Aman ya Rabbi estağfurullah. Koca kamburuyla fırlamış gözleri, sarkmış dudağıyla bir mahluk durmuyor mu karşılarında! Resimcibaşı kaçacak olmuş, kolundan yakalamış ulak. Kelleni aldırırım, nereye diye mırıldamış. “Buyurun,” demiş mahluk. “Ne yapayım sizin için?” Ulak şaşırmış. Yutkunmuş. Şaşkınlığını başından savar savmaz başlamış söze: “Sizin bu güzel simanızı resmetmek dileriz. Müsaade ederseniz tabii.” demiş. “Şehzademizin istediğidir. Çok sevdiği yazmasında eksik var. Tam sizin de bulunmanız gereken bir yazma bu. Bize bunu bahşediniz.” demiş. Mahlukun yüzü düşmüş. Zaten düşükmüş de daha da düşmüş. Hiddetlenmiş. “Olmaz,” demiş. “Olmaz. Gidin buradan. Gelmeyin bir daha. Resim mesim olmaz olmaz.” Kapıyı küt diye kapatmış suratlarına. Ulak ve resimcibaşı kalakalmışlar. Sonra… Ne diyorduk? Sonra çıkıp gitmişler.
Sonraki zamanlarda da yaşlı mahlukun kapısına dayanmışlar. “Gel etme eyleme. Alt tarafı resmini yapacağız. Ne var bunda?” dedilerse de dinletememişler. Mahallelinin de dikkatini çekmiş bu durum. Ulak var diye de mahluk kapı dışarı çıkmamış. Hâliyle mahalleliye de çocuklara da izzetüikramı kesilmiş. İkram kesilince de onun çirkin bir mahluk olduğu gözlerine batmaya başlamış. Başta ulağı ve yanındakini kovan mahalleli, sonradan fikir değiştirmiş. Demişler ki: “Biz bunu tuzağa düşürüp kafesle size teslim ederiz. Lakin bize şu kadar akçe. Kadınlarımıza şu kadar top kumaş. Çocuklarımıza şu kadar şeker.” Kabul etmiş ulak. Beklemeye koyulmuşlar resimcibaşıyla.
Mahalleli, mahlukun kapısına dayanmış bir gün. “Koş,” demişler. “Yangın çıktı. Yanıyor evlerimiz. Su taşıyalım birlikte. Sen hepimizden hızlısın.” Yardım isteğini duyan mahluk, koşarak çıkmış evinden, tabii demiş hadi gidelim. Evden adımını atar atmaz ağı fırlatmışlar mahlukun üstüne. Başta anlamamış. Bunca yıldır aralarında yaşadığı her hizmetlerine koştuğu insanlar, ona şaka yapıyor sanmış ama. Şaka yapar hâlleri yokmuş. “Buraya kadar,” demiş içlerinden biri. “İkram yoksa sen de yoksun burada artık. Çirkinsin hem. İnsan bile değilsin.” Kafese almışlar. Ulağa teslim etmişler. İhtiyar mahluk, uluya uluya çıkmış kasabadan.
Resimcibaşı çizmeye yeltendikçe fırçası kırılmış. Sancağa varmadan tamamlamak dilermiş ama ne fayda. Bir handa konaklamışlar. Mahluku kafesinde bırakıp dinlenmeye çekilmişler. Sabah olduğunda bakmışlar ki mahluk cansız yatıyor. Avucunda bir ipek mendil tutuyor.
Resimcibaşı öyle böyle tamamlamış resmi. Mahluku genişçe bir çukura gömüp yola revan olmuşlar. Sancağa vardıklarında hocaya resmi teslim etmişler. Resim bizden, hikâyesi senden demişler. Hoca bakmış bakmış, şimdi ben buna ne hikâye uydurayım, demiş. Ulak demiş ki: “Hocam, elinde bir ipekli mendil bulduk. Farz et ki bu mahluk aslında bir insanmış. Bunun dünyalar güzeli bir kızı varmış. Kızı ince hastalığa tutulmuş sevdadan da bir gün ölmüş. Lakin babasına beddua edip ölmüş. Bu da işte insanlara hizmet edince ikram görmüş. İkram kesilince idam layık görülmüş. Nasıl olur?” Hoca yüzünü buruşturmuş. “Akla yatkın değil bu,” demiş. “Olur mu canım öyle şey?” Resimcibaşı dayanamamış: “Yahu hocam, resme baksana. Bu görüntü çok mu akla yatkın?” diye soruvermiş. Hoca ses etmemiş. Hak vermiş. Eksik olan resim ve hikâye de tamam olunca şehzadenin istediği çeviri tamam olmuş. Bir sabah huzura varacakmış ki…
Taşlıcalı Yahya Beg’in sesini işitmişler sokaktan. Ünler imiş taa ciğerden:
Meded meded bu cihânun yıkıldı bir yanı
Ecel Celâlîleri aldı Mustafa Hân’ı
Hoca olanı biteni anlamış. Şehzadesi merak ettiği kitaba kavuşamadan rahmet-i Rahman’a kavuşmuş. Dünyası başına yıkılan hoca, kitabı yok paraya açgöz bir yazma avcısına satmış. Yazma avcısı ellerini ovuştura ovuştura Şiraz şehrine doğru yola çıkmış. Meğer orada bu acayip yazma için yağlı bir kapı bula.