Hazandide

Yasemin Çakır

Kirli pencerelerden süzülen ışık, içerideki soluk yüzleri soğuk ve ruhsuz bir griye boyuyor. Sanki hayatın ortasına kondurduğumuz otomasyon zincirini yarım yamalak da olsa aydınlatmaya çalışıyor. Her şey yerli yerinde ve hiçbir sorun yokmuş gibi yapıyoruz. Küçükken oynadığımız o evcilik oyunlarını bitirdik sanarken devam ettiğimizi farkına varamıyoruz. Bir şeyler yanlış hissettiriyor. Kafamın içindeki ses bir türlü susmuyor. Kulaklarımda tekrar ve tekrar çınlayarak kendi depremlerini yaratıyor. Her seferinde aynı belirsizlik ve aynı korkuyla. Dayanamayıp bir ağrı kesici atıyorum.

Bugünlerde herkes bilirkişi olmuş. Öyle bir susturulmuşluk var ki içimizde, kimse artık konuşmak için icazet alma gereği duymuyor. Benim buna haddim var mı diye hiç sorgulanmıyor mesela ya da ben bu kişinin hayatına karışma hakkını nereden buluyorum diye sorulmuyor. Yalnızca konuşmak istiyor herkes. Dinlemek eski fincanlar gibi bir rafa kaldırılıp sergileniyor. Diyelim ki bir çocuğunuz var ve onun iyiliği için yahut değil, belli bir şeyi yemesine katiyen izin vermiyorsunuz. Şimdi bir gün misafirliğe gittiğinizde bu engellenmiş yiyeceğin çocuğunuza ikram edildiğini düşünün. Dürüst olalım, çoğu çocuk bunu gözünü kırpmadan kabul edecek ve büyük bir iştahla yiyecek. Ve işte bu kadar. Artık sizin nedenleriniz ve kurallarınız önemli değildir. Çünkü çocuk bunu yiyebileceğinin farkındadır. Kör gözünü açınca kırdığı ilk şey bastonu olurmuş hesabı. Diğer seçeneklerden habersiz olduğumuzda o konuyla ilgili her şeye razıyızdır. Ne zaman ki başka bir seçenek olduğunu öğreniriz, ulaşamayacak bile olsak artık başka bir ihtimalin varlığını kabul ederiz. Bu bize, her şeyi sorgulamamız için bir dayanaktır. Baston eskisi kadar cazip gelmez yani. Son yıllarda zirve yapmış infuencerlığı düşünelim mesela. Yıllarca okumuş ya da işine ömrünü vermiş biri bunlara şahit oldukça içinde bir ukde hissetmez mi? Onun kadar ömür çürütülmeden de milyarlar kazanabiliyorsa insan kendi yaptığını içten içe, bilinçli ya da bilinçsizce sorgulamaz mı? Durun bir dakika, ses cevap veriyor: Sana ne.

Beynimdeki tüm vidaları gevşetecek bir ağrı kesici daha atıyorum. Kafamdaki çınlama sustuğu ân ihtimaller zihnimde zehirli sinekler gibi uçuşmaya başlıyor. Ses kayboluyor. İyi bir şeyin alameti olamaz değil mi? Belki de bilirkişileri dinleyip gerçekten kontrole gitmem gerekiyordu. Düşüncelerden sıyrılabilmek o kadar da kolay bir şey değil ya! Mesela yıllardır bu çarkın yeri kolayca doldurulabilecek boş bir halkası olduğum düşüncesinden kurtulamıyorum. Cevabı belli bir soruyu yeniden sorduğum için sineklerden birini tek vuruşta aşağı indiriyorum. Sonra bir de kapitalizm var. Para dönsün diye hep yeni bir şey çıkarıyorlar başımıza. İnsanların zihniyle oynamanın vebalini kim ödeyecek şimdi? Hiçbir işten doyum sağlanamayacak hâle getirilmemiz kimin suçu? Savaşlar neden var? Çocuklar neden ölüyor? Neden artık narsistler bu kadar fazla? Bireycilikle bencillik ne ara bu kadar karıştı? Sonra bir an geliyor, gözlerim tüm soluk griliklere kapanıyor.

İş yerinde küçük bir içim geçmiş, bayılmışım. Kapı eşimle doktorun konuştuğunu görebileceğim kadar aralık. Ne isterdim biliyor musunuz? Şiddetli bir rüzgâra kapılmış hafif bir yaprak gibi, özgürce sallanıp döndüğümü tüm hücrelerimle hissedebilmeyi. Şimdi gözlerinizi kapatıp biraz düşünün. O duyguyu, aldığınız her nefesin hakkını verebilmeyi. Hissediyor musunuz? Güzel, şimdi çıkın oradan. Çünkü bu da size tanınmış tam bir özgürlük değil. Açın gözlerinizi, burada dahi kendi hayatınızın kontrolü size değil rüzgâra aitti. Yine tanıdık olanı seçip kendimizi bambaşka bir çarkın içine uygun gördük yani. Eşim içeri giriyor. Peşi sıra doktor da. Göz altı torbalarından onun için de yorucu bir dönem olduğunu anlaşılıyor. Eğilip bükülmesinden belli kötü haber verecek. ‘Sevinç Hanım, maalesef beyninizde bir kist tespit ettik’. ‘...iyi huy…’ ‘...teste ihtiyaç…’. İlk cümleden sonrası önemli değil. İyi ya da kötü olması beynimin içinde başka bir şey olduğu gerçeğini değiştirmeyecek. Eşimle göz göze geliyorum. Korkmuş ruhlardan oluşan bir denizde kaybolmuş iki yüzücü gibiyiz. Sonrası muallak. Doktor ne ara odadan çıktı, ben ne ara eşime bakmayı bıraktım bilmiyorum. Şoku atlattığımda odada yalnızım. Yanıma iliştirilmiş küçük bir not: ‘Evden birkaç parça eşya almaya gidiyorum, hemen döneceğim.’

Bilir misiniz, tevafuk insanların başıboş olmadığını gösteren bir işarettir derler. Neyin tesadüf neyin tevafuk olduğuysa tamamıyla bir inanç meselesi. Başımıza gelen her şeyi dış kaynaklara yükleyip bu zaten olacaktı demek de mümkün, hangi yoldan yürüyeceğimi ben seçtim hangisiyse katlanırım demek de. Neye sığınmayı seçiyorsak o yani. Eşim geldi. İkimiz de ne konuşacağımızı bilmeden sadece birbirimize bakıyoruz. Neden, diyor bir ara. Neden böyle oldu. Bilmiyorum, diyorum. Herkesin başına gelmiyor mu zaten? Tesadüf. Belki de böyle olması gerekiyordu, ne yaparsak yapalım ulaşacağımız yer burasıydı, diye ekliyorum. Tevafuk. Ses geri geliyor. Öylece birbirimize bakmaya devam ediyoruz. Bazen bakmak tüm konuşmalara bedeldir çünkü.

Sonraki birkaç gün testlere girip çıkmakla geçiyor. Doktor kistin sağ prefrontal ve parietal korteksteki elektriksel aktivitede bir miktar azalmaya neden olabileceğinden bahsediyor. Bunun hafızama ve düşüncelerime farklı şekillerde etkisi olabilirmiş. Yine de sonucu kestirmek mümkün değilmiş. Doktor işte gökyüzü bu sebeple mavi der gibi gayet normal bir şekilde anlatıyor bunları. Konuşmaya devam ediyor. ‘Kist frontal bölgeye baskı yaptığı için mantıksız düşünceler, sanrılar olabilir’ bla bla. Kafamdaki ses sessizliğe gömülüyor. Doktor ameliyatı, sonrasında uzun süre takip edeceğimiz tedavi planını açıklayıp odadan ayrılıyor. Kaldırabilir miyim bilmiyorum, diyorum. Sistemin bir parçası olmayı kaldırabildiğimi unutarak. Eşim elimi tutuyor. ‘Tek bir adım. Sonrasına sonra karar veririz. Hem çığ gibi düşün bak, başlatmak için doğru seviyede bir ses yeter di mi?’ diyor. ‘Ve kara gömülmek için’ diye ekliyorum. Her zamanki gibi karşılıksız bırakmayarak ‘bazen çıkabileceğimizi anlamak için iyice gömülmemiz gerekir’ diyor. İkna oluyorum. O ne dese ben ikna olurum zaten. Yaprağı taşıyan rüzgâr gibi, o da biliyor bana nasıl yön verebileceğini. Hem özgürlüğü hem rüzgârı nasıl ister insan?

Ameliyatın ardından birkaç gün geçti. İlaçlar çok ağır geliyor. Daha önce kullandığım ağrı kesiciler bunların yanında solda sıfır kaldı. Bir ara tuvalete gidiyorum. Kafamı kaldırıp kendime bakma gafletine düşüyorum. Aynadaki hâlime bakarken içimden, yakında benden geriye bir şey kalmayacak diye geçiriyorum. Baktığım kişi ben değilim, olamam çünkü. Kafamdaki sargılarla, onca zehirli düşüncemle bu ben olamam. Sonra eşim geliyor. Tüm solgunluklarımı renklendiriyor. Nasıl yapıyor, beni her seferinde nasıl yaşamaya ikna ediyor bilmiyorum.

Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen o sancılı sürecin ardından benden, bizden geri kalanlarla taburcu oluyoruz. Hayatın verdiği tüm yeni başlangıçları cebimize koyup çıkıyoruz hastaneden. Yine de bize verilen tüm şansları kullanmaya gücümüz yetmiyor. Alışkanlıkları bırakmak kolay olmuyor. Zira sayısız ilaç, zorluk ve düşüncenin ardından ben yine kendimi aynı yolda işe giderken buluyorum. Yeniden çarkın bir halkası, sistemin bir parçasıyım. Başımda hâlâ ara ara sızlayan bir ağrı. Tüm aynılıklara rağmen o soluk ve gri pencereden bakmıyorum artık. Ölümle yüzleşmenin bonusu da budur belki. Yıllarca geçip gittiğim bu yoldaki trafik işaretlerine bile şimdilerde dikkat kesiliyorum. Hepsi yeni sürmüş, boynu bükük filizler gibi. Benim gibi. En önemlisi de soluk gölgesini beraberinde taşıyan sesin dediği gibi:

Yok hiçbir kimliğin ne ruhu, ne de canı

Acı çeken insandır

Yalnız insan.