Evvel zaman içinde kalbur saman içinde. Ben devede pire iken dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir orman varmış. Bu orman, içine giren kişiye etmedik komazmış. Neler edermiş bilir misiniz? Adımını attığı gibi sarmaşıkları etrafına dolarmış. Kuytu köşesinde saklanan kurnaz tilkileri üstüne salar, ne diye buraya geldiğini sorarmış. Korkudan konuşmazsan vay hâline! Bu sefer kurtları çağırırmış. Ha bu bizim bildiğimiz büyük kurtlardan değil. Elmaları çok seven yeşil kurtlardan. Tüm vücudunu kaplarlarmış. Sen konuşmadıkça seni gıdıklar dururlarmış. Gülerken seni ağlatır, sonra da hâlini sorarlarmış. Hadi diyelim cevap verdin, bu sefer ne ola? Ormanın en yaşlı ağacı yerleri titrete titrete üstüne yürürmüş. Yine yiğitlik ettin kaçmadın mı? Helal olsun sana zira öleceksin. Bu ağaç iki dağ arasını dolduracak kadar büyük bir gövdeye semayı göstermeyecek kadar dolu dallara sahip bir ağaç imiş. Düşün gayrı.
Vakitlerden bir eren saati. Bizim oğlanlardan biri gidivermiş bu ormanın olduğu vadiye. Vadi iki dağın ortası aşağıda kalan kısım, bildin mi? Aferin sana. Bizim oğlan görmüş bu yeşilin her ipliğinin olduğu ormanı. Bakakalmış. Sahi, demeyi unuttuk. Konuşan, üstüne yürüyen orman hiç sihirsiz olur mu? Bu orman büyülüymüş. Bizimki ormanı görünce ayakları yürüyüvermiş ormana doğru. Haberi yok tabii. Yeşilin her bir rengini ayırt etmeye çalışırken bir de bakmış ki ormanın ön yüzünde ağaçlar yuvarlak bir kapı açmış âdeta. Etrafı dumanlarla kaplı bir kapı. Ama içeriden gelen bir ışık var. Sonra bir ses duymuş bizimki.
“İçeri gel de yüzünü göreyim, Cihangir’im.” dermiş bu ses. Bizimki adını duyunca usul usul girmiş içeri. Kapıya benzer boşluktan geçerken eline sarmaşıklar batmış. Elinden tez sarmaşığa bakınca sarmaşıklar dikenlerini kaldırıvermiş. İçerideki ses gittikçe yaklaşır mı uzaklaşır mı anlayamamış. Hızlı yürüyeyim gardaşlarım bekler demiş. Ama kimin haberi var geceden gündüzden, birbirini takip eden güneşten aydan? Bizimki ilerledikçe orman karanlıklaşmış. O kadar karanlık olmuş ki bizimki ilerleyemez olmuş. Işık diye arayan gözleri bir sızıntı ışık sezince hemen o yöne gitmiş. Ormandan çıkmış. Vardığı yer nere ola? Bir uçurumun kenarı. Gözü karanlıktan aydınlığa çıktığından puslu görürmüş. Uçurumun dibinde bir ağaç olduğunu ayırt etmiş. İlerlemiş, ağaca yaslanmış. Dibine oturmuş. Ağaç kıpırdanıvermiş. Bizimkinin yüreği ağzından çıkıp geri gelmiş. Gülme gülme başına geleceği tutar. Bizimki korkuyla uzaklaşmış ağaçtan. İki göz belirivermiş ağaçta. Bakmış buna konuşuvermiş.
“Bu ormanı geçmek her kişinin harcı değil. Hele senin gibi bir toyun hiç degil. De bakalım nasıl geldin buraya?” Ağaç konuşurmuş konuşmasına da bizimki duymaz olmuş. Eli yüreğinde geriye doğru gidermiş. Ağaç bir daha sormuş. Yok, bizimkinin dili tutulmuş. Ağaç duymuyor zannetmiş, bağırıvermiş. Yer gök titremiş. Bizimki olduğu yerde zıplamış. Ama yine de bir şey diyememiş. Arkasında uçurum olduğunu hatırlayınca arkasını dönmesiyle GUM!
“
“Babaanne!” diye bağırarak uyandı bizim ufak torun.
“N'oluyo oğlum, noldu sana?” diye yanına vardım ya varmaz olaydım. Kan ter içinde kalmış.
“Sen bana masal anlatmıştın hani?”
“Ben sana her gün masal anlatıyorum, ninesi kurban.” Elimi alnına götürdüm. Ateşler içindeydi, yanıyordu. Elimi kazağından boynuna doğru koydum. Bu çocuk çayır cayır yanıyordu.
“Kalk babaannem kalk! Sen yanıyorsun. Bir soğuk su dökelim sana kalk.” Yorganı üstünden çekip çıkarttım banyoya götürdüm. Ama hiç durmadı sağ olsun hep aynı soruyu sordu durdu.
“Hani orman vardı bir tane, gizli bir kapısı vardı. Hatırlasana!” Bana bağırınca ters bir bakış attım. Bunu suyun altına koyarken de cevapladım,
“Gece rüyana girer anlatmayım dediğim mi?” Dememle gözlerinin içi parladı.
“Evet!” dedi sevinçle ama başından aşağı buz gibi suyu yiyince titreyerek sarıldı kendine.
“N’olmuş o masala?” diye sormamla yine heyecanlandı.
“Hani demiştin ya masalın sonu herkese farklıdır diye. Ben o masalın sonunu öğrendim, hem de hiç seninki gibi değil.” Yüzündeki çocuksu munzurluk onu daha da tatlı hâle getiriyordu. Üstüne son tas suyu döküp havluyla sardım. İyicene sarıldım kucağıma aldım.
“Öyle olsun paşam, öyle olsun tabii. Seninki daha güzel olacak tabii, benimki eski sonuçta. Yeni masallar senin olacak.”
Ateşi düşene kadar yanında bekledim. Bu arada beş tane masal daha dinledi. İlk masalın sonunu anlatmadı. O ona özelmiş öyle söyledi.”
“O günden sonra bir daha görüştünüz mü?” diye sordu genç bir polis.
“Yok evladım, annesiyle babası geldi sabah aldılar gittiler. Ondan sonrada haber geldi işte.” Dememle hıçkırıklar boğazıma dizildi. Benim ölümümü beklerdi herkes, Cihangir dışında, ne bilelim en beklenmedik canın gittiğini.
“Tamam, teyzeciğim. Sen şuraya bir imza at. Sonra evine gidebilirsin.” İmzayı ağlayarak attım. Karakolun koridorunda ne kadar çok adam vardı. Hiçbir yüz tanıdık değil. Hiç bir yüz masum değildi. Şikâyete gelen de, giden de. Ölümü bekleyen de beklemeyen de kimse masum değil. Cihangir de ben de.
Cihangir vefat ettikten sonra bir ormana gömüldü benim isteğim üzerine. Annesi ve babası hapse atıldı. Suçlu bulundular. Tuhaftır inkâr da etmediler.
Mezar taşını yaptırdım ardına da o anlayamayacak olsa da şu sözleri yazdırdım,
“Dün geçti, Yarın var mı?
Gençliğine güvenme! Ölen hep ihtiyar mı?”