Güneşin Ağıdı

Emine Ecran Şenel

Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler hoşlanmasalar da Allah, nurunu tamamlamaktan başka bir şeye razı olmaz. (Tevbe sr. 32)

Dedemiz Güneş yine kara bir bulut gibi yorganı yüzüne çekmiş, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Yanına gittim “Ağlama Güneş dedem, sen ağlama. Ağlarsan biz nasıl ısınırız, nasıl büyüyüp gelişiriz, nasıl neşeyle boy verip yükseliriz göklere?” dedim. Açtı yüzünü. Gülümsedi. Biz de gülümsedik. Torunları biz. İliklerimize kadar ısındık. Tomurcuklanan çiçeklerimiz neşeyle kıpırdadı yerlerinde. Buğulanan gözleri akmasın diye gözlerini kırpıştırdı dedemiz. “Geçmiyor,” dedi “evlatlarım, geçmiyor. Karanlığın acısı hep kanatıyor içimi. Kelimeler yetmiyor anlatmaya. Kelimeler zaten yetmez hiçbir zaman anlatmaya.”

Yetmiyorsa kelimeler, neden varlar, diye tükürdüm kelimelere. Aşığın aşkını, sevenin sevgisini, gülenin neşesini, mazlumun ahını, acı çekenin acısını, mücrimin pişmanlığını, haksızlığa uğrayanın öfkesini, ölen bebekleri seyretmenin illetini, katledilenlere ses olamamanın zilletini, zalime destek olmanın rezilliğini, ölen vicdanların son nefesini anlatamayacaksa niye var kelimeler?

Dedem içini çekti. Hareket ettirebildiği tek uzvu olan boynunu pencereye çevirip uzaklara daldı. “Anlatsam da anlayamazsınız. Yaşanmayan acı masal gibi gelir dinleyene. Gerçekliğini hissetmek mümkün olmaz,” dedi. Bir daha çekti içini. Bir daha. Her seferinde daha derinden çekti. Sonra durdu. Dedemiz iç çekmeyi durdurunca göğsünde bir boşluk oluştu. İçi derin ve karanlık olan bir boşluk. Biz şaşkın şaşkın birbirimize bakarken “Geçin,” dedi Güneş dedemiz. “Geçin ve görün karanlığı. Gazze’nin karanlık zamanlarını. Karanlığın açtığı yaraları, ölen bebekleri, aç bırakılanları, şehadete koşanları, yıkılan evleri, hastaneleri gözlerinizle görün. Görün ki bilesiniz. Yaşayın ki anlayabilesiniz. Anlayın ki hissedebilesiniz,” dedi.

İlk ben geçtim dedemizin göğsünden. O, geçin diyorsa geçilirdi. Benim ardımdan diğerleri de geldi. Güneşin torunları; Gazze’nin eski, feryat eden, sızlayan, kanayan zamanlarına düştük dedemizin göğsünden. Düştük ki ne düşüş. Görmeden bilemezsiniz. Yaşamadan anlayamazsınız. Anlayamadan hissedemezsiniz. Hava kızıl renkteydi. Yer yer ateş, yer yer duman yükseliyordu çevremizden. İnsanların feryadı arşı titretiyordu ama uzaktan seyredenlerin kalplerine dokunmuyordu bile. Asuman kan ağlıyor, arz hıçkırıyor, dağlar çıldırıyordu. Ama insanlar gülüyor, eğleniyor, yiyor, içiyor, geziyor, tozuyordu. Yardım ellerini ceplerinden çıkaramıyorlardı.

Bir kadın gördüm, kucağında bebeğiyle birini arar gibi sağa sola bakıyordu. Yanına gittim. Yardım etmek istediğimi söyledim. “Eşimi arıyorum” dedi. Bebeğimiz öldü nereye gömsek mezarına bomba düşmez diye soracağım ona,” dedi. Kurumuş gözlerini göğe dikti sonra “Eşim de ölmeseydi ona soracaktım,” dedi ve sessizce uzaklaştı yanımdan. Yol kenarlarında inleyen insanlar vardı. Kimi yaralıydı. Yaralarını sarmak için yardım etmeye çalıştık. İnleyenlerden kimisi ekmek istiyordu, bir lokma ekmek. Kimisi su, diyordu. Yoktu. Çevrede ne ekmek ne su temin edebileceğimiz hiçbir yer yoktu.

Bir ara gökyüzünde süzülen beş altı tane renkli uçurtmalar gördük. Yeşil, beyaz, siyah, kırmızı. Renkli renkli. Neşeli neşeli. Süzülüyorlardı. Uçurtmaların yükseldiği yere doğru gitmeye çalıştık. İnsan ve bina enkazlarının arasından geçerek. Üç beş çocuk gördük, yırtık pırtık elbiseleriyle canımız ve kanımız sana feda olsun ey Aksa, diye şarkı söyleyerek uçurtmalarını uçuruyorlardı. İçlerinden bir tanesi bana benziyordu. Ben de dedeme benzediğime göre dedemin küçüklüğü olmalı diye düşündük. Yanlarına gitmek istedik. O sırada göğümüzde beliren karanlık uçaklardan bombalar yağmaya başladı. Çığlıklar, feryatlar, karanlıklar, kızıllıklar, tekbirler, şehadetler…

Bana brnzeyen çocuğu gördüm sonra. Yani dedemin küçüklüğünü. Havada süzülüyordu. Uçurtmaların yerinde. Yere çakıldı sonra. Yanına koştuk. Kanlar içinde yatıyordu. Kucağıma aldım. Hastane sordum görebildiğim sağlam kalabilmiş tek tük insanlara. Hastanenin yerini tarif ettiler umutsuzca. Koştum. Dizlerimde kalmayan takati Allah’tan dilenerek koştum. Hastane göründü. Dedemin çocukluğunu hastaneye yetiştirebilirsem sağlığına kavuşur umuduyla koştum. Yine göğümüzü karanlık uçaklar kapladı. Orayı bombalamazlar, diye düşünerek daha da hızlandım hastaneye doğru. Bombalar yağdı. Hastanenin üstüne. Kucağımda dedem, karşımda hastane enkazı, kalakaldık. Enkazın altından çıkan beyaz önlüklü bir adam bize doğru koştu. Üstündeki tozları bile çırpmadan. “Neyi var,” dedi bana. “Bomba,” diyebildim sadece. “Bomba.”

Doktor olduğunu düşündüğüm beyaz önlüklü adam dedemi kucağımdan aldı. Yere uzattı. Gidip enkazdan malzemeler bulup dedemi tedavi etmeye çalıştı…

Dedem bizi çağırdı. “Sesime gelin” dedi. Yürüdük sesine doğru. Dedemin göğsünden doğduk. “İşte böyle,” dedi dedemiz. Güneş dedemiz. Çekti yorganı yüzüne hıçkırarak ağladı.

Hikâyenin devamı:

https://docs.google.com/document/d/1fSqk7KVGKiF7JE7iaNQ5SUzJA2BOOycokl9HV6pXsbM/edit