Ruhuna On Kuruş

Fatma Ünsal

Ruhumu kement gibi sıkan matematik dersinin birinde olasılık anlatıyordu hoca. Orta boylu, toparlak bir adam. Üstelik komünist. Alttan alta bir şeyler diyor. Suratına anlamamış gibi bakıyoruz. Biz böyle baktıkça anlatmaya iştahla devam ediyor. Hani belki sol yumruğumuzu havaya kaldırırız ve benim gibi köylü kadınların çocukları çav bella şarkısını söyler. Hayır. Ben o zamanlar içimden: “Kendimi kendimden çıkarsam sıfır kalmaz.” söylüyordum en iyi ihtimal. Ya da kocaman bir sis yutmuş gibi ağır bir hisle oturuyordum. Rakamlar karşımda amaçsızca salındıkça bazı kurtuluşların neden bu kadar zor olduğunu düşünüyordum. Bazı kurtuluşlar neden bu kadar zordu?

“Şimdiii parayı atıyoruz.” “Havaya mı masaya mı hocam?” deyiverdim. Elinde on kuruş. Kaldırsa suratıma fırlatsa, başımı eğer Erhan’a gitmesi için elimden gelen her şeyi yaparım. Matematiği iyi, İngilizcesi berbat. Mejır bile diyemiyor. Meaşure de meaşure. Ama matematiğe gelince. “Havaya mı masaya mı hocam?” Sınıfın ortasında durdu. Bir iki gülen olduysa da pek gülen çıkmadı. Komik değildi bir kere. “Yazın sen matematik çalışma da bak da gör parayı nereye atıyorsun.” lafını getirdi bir katrilyon milyon trilyon bozuk para gibi suratıma atıverdi. Ağzım yüzümden silindi. İşte o zaman güldüler. Erhan dizine vura vura güldü. Hep öyle gülerdi. Hoca elindeki on kuruşu attı. Masaya. On kuruş tiz bir metalik ses çıkardı. Döndü döndü sınıfın yazı tura bağırışları arasında devrildi. Tura.

Ondan sonrası hesaplamalar hesaplamalar. Ben hâlâ hocanın lafını suratıma gelip çivi çakar gibi çaktığı yerdeydim. Ne vardı uzatacak? Ama orada kalmak daha işime gelirdi. Yazın matematiği öyle bir halledeceğim ki Erhan’ı bana güldürmek ne demek göstereceğim. Derse nasıl da adapte olmuşlardı hemen. Matematik bunların gözünü bağlayan bir büyüydü. Ayten’e bak nasıl da anlar gibi dinliyor. Teneffüste ağlıyor ama gram anlamadım bu dersi yine, diye. Yalancı. İnşallah ölünce bir liraya dönersin. Sus kız o nasıl beddua öyle, tövbe de, dedi içimden bir ses. Demedim. Çünkü zaten öyle iş mi olur? Ayten gibi havalı, lokantalar sahibi bir adamın kızının o parfümlü ruhu bir liraya sığar mı? Ya sığarsa? Ayten ölür ölmez ruhu sen tut bir lira oluver. HAHAHAHAHAHAHAHAH. Sesli mi güldüm ben? Selma dürtmese, kız sus hoca kızacak yine, demese hâlâ haykırıyordum. Hepsi bana baktılar. Hoca tahtada yarım dönüp elinde tebeşir, alaysı duruyordu: “Ne o kızım? Komik bir şey mi var? Varsa anlat da biz de gülelim.” Erhan: “Hocam o böyle kendi kendine gülüyor arada, doktor kendi hâline bırakın, dedi.” diye güya espri yaptı. Erhan özünde iyi çocuktu. İngilizce ödevleri için yalvarırken mesela. Dünya iyisiydi. Doktorun bu sözünü hatırlatacaktım elinde ödev yalvarırken. Ayten’e ettiğim bedduanın aynından ona da ettim: “İnşallah on kuruşa dönersin Erhan da elini hiç yıkamayan, üstelik sürekli burnunu karıştıran bir adamın parası olursun.” Tam gülecektim ki elimle ağzımı kapattım. Ders bitti. Hoca ders bitimi on kuruşu: “Yakala bakalım,” diye bana fırlattı. “Yazın karşına koyarsın. Seni hırslandırır.” Sonra da çıktı gitti. Elimde on kuruş, beynimde matematiğe dair kocaman bir hiç kalakaldım.

O on kuruşu sakladım. Harcamadım. Matematik başıma bela olduysa da bir ara barıştık zatıyla. Çünkü barışmayıp ne yapacaktı? Lise bitti, herkes ekmeğini buldu. Erhan Amerika’ya gitti. Nece konuşuyordu acaba oradakilerle, uzun uzun merak ettik. Kendisine soramadık çünkü oraya yerleşir yerleşmez hepimizi unutmuştu. Vefa bir kişi olsaydı Erhan’ı sekerdi. Ayten güç bela bitirdi fakültesini. Şimdi söylemek istemem neyi bitirdiğini neme lazım. Hakir görüyorsun derler. Babası bin torpille yerleştirdi bir bankaya. Söylemiş mi oldum? Pardon.

Ben de arkeoloji okudum. Memur olayım diye çabalayıp dururken hocamın zoruyla yüksek lisansa başladım. Acayip bir adamdı. Nümismatiğe de meraklıydı. Ders bitimi bizi bırakmaz, öğrendiği kimi tuhaf bilgileri bizimle paylaşırdı. Kendi kurduğu nümismatik derneğine de götürürdü bazen bizi. Her gittiğimizde koleksiyonlarına yeni paralar katmış koleksiyonerlerin tuhaf heyecanları şaşırtırdı beni. Şimdi bu koca koca adamlar tam olarak neye seviniyorlardı? Bilmem ne paşadan kalmış sikkeyi ellerinde tutunca o paşanın konağını mı ele geçiriyorlardı sanki? Böyle düşünüp dururken azarlardım kendimi usuldan: “Kendine gel, insanları ham ham değerlendirip durma artık. Gördüğün kadar değilse ya?” diye. Öyle ya. İnsan koklanınca, bakılınca bilinir bir varlık değildi. İnsan, onunla kaç yıl yaşarsan yaşa, ne olduğunu sana tam sezdirmez, kabuğundan çıkmadan yaşar, kabuğunu da alır giderdi ahirete.

Nümismatik derneğine gittiğimiz bir gün, o güne dek görmediğimiz yaşlıca bir adam daha geldi. Hocam öyle bir ihtimam gösterdi ki mühim biri olduğunu anladık. Herkes ayaklanınca biz de ayaklandık. Hoşbeşten sonra hocam gelen zatı tanıttı: “İlm-i meskûkatın ülkemizdeki en önemli ismi Sıddık Hüsrev hocam. Kaç zamandır davet ederiz, hastalığı sebebiyle yeni teşrif edebildiler. Ömrü çok olsun.” “İlm-i meskûkat da ne Hacer, sakatat der gibi tövbe.” derken yine ses ayarımı yapamamış olacağım ki dediklerim Sıddık Hüsrev Bey’in o yaşına rağmen epey iyi duyan kulaklarından içeri giriverdi. Gözlerini bana dikti ve dedi ki: “Hanım kız, ne okuyorsunuz acaba?” İki büklüm, öksürür gibi arkeolojiyi bitirdim hocam, deyiverdim. “Yarım yamalak okumuş olacaksınız ki geldiğiniz derneğin ne olduğunu bile bilmiyorsunuz.” dedi. Hocama baktım, göz ucuyla attığı bakışta bin hayal kırıklığı yatıyordu. “Şaka yollu dedim efendim,” dedim. “Arkadaşım gülsün diye. Yoksa bilirim ilm-i meskûkat sikkeler bilimi demektir. Osmanlı epey önem vermiştir.” dedim. Hocamın yüzü güler gibi oldu. “Ona şaka değil yalan derler ama neyse. Aferin.” dedi ciddi yüzünü muhafaza eden Sıddık Hüsrev Bey.

Hocam: “Efendim, marifetiniz bizce çoktur ama buradaki gençler de varken sikkelere dair araladığınız gizem kapısından bizi de baktırsanız artık.” deyince Sıddık Hüsrev Bey yerinde kımıldandı, çenesini şöyle bir kaşıdı, uzun uzun hocama baktı. İçimden esprinin bin türlüsü geçiyordu ama tutuyordum kendimi. Ne demek sikkelerin gizemli dünyası? Bozuk paranın ne gizemi olacaktı? Çulsuz devletler, parasız kalınca bastırmıştı işte bunları. Boğazını temizleyip besmeleyle başladı konuşmaya Sıddık Hüsrev. “Eh, o kapıdan bakmak o kadar kolay değildir ya seni de kıracak değiliz Nejat hoca.” dedi. Hocama baktım estağfirullahları birbirine uluyordu. “Biz sanarız ki darphaneler öyle gelişigüzel basarlar bu sikkeleri. Cennetmekân sultanlar, hazineye alelâde emir verdiler de tonla basıldılar zannederiz. O iş öyle mi ya? O iş öyle mi?” Hacer’e dönüp sessizce: “Öyle değil mi kız Hacer?” deyince Hacer kolumu hafifçe çimdikledi. Sustum mecbur. “O iş öyle değil efendiler, talebeler.” dedi. Dernekteki görevli abla, dumanı üstünde çayları dağıtırken Sıddık Hüsrev Bey istifini bozmadan kâh gözünü yumarak kâh uhrevi bir şeye eşlik eder gibi sallanarak anlatmaya devam ediyordu. “Bu dünyanın başından lanetlere karışası bir Roma hükümdarı geçtiğinden işler hiç öyle değildir. III. Jüstinyen nam bu herifçioğlu, sarayın başşifacısıyla bir sebepten dalga geçince şifacı olacak melun karı öyle bir beddua savurmuş ki o günden sonra ne kadar ölen varsa ruhu arşıalaya değil de aha bu sikkelere, aha bu bozukluklara sığınmak zorunda kalmış. Bu meğer şifacı değil cadı olan Avratyus: “Devletinden gün görme. Türk’ü gelsin çöreklensin. Senin göğüne bayrağını çeksin. Senin ruhun da şu bozuklukların birine hapsolsun. Yetmeeez, senin tebaanın yekûnu ölünce bozuk paralara hapsolsun!” diye haykırıp âmin diyerek elini yüzüne sürünce, bu melunun bedduası tutmuş.” Baktım, millet o hayretle çaylarını aynı anda içip aynı anda bardakları tabaklara bıraktı. “O günden sonra ne zaman er kişi yahut hatun kişi Rahmet-i Rahman’a karışsa o dakka ruhu madeni bir paraya girivermiş. Eh, melun biriyse daha iyice bir paraya, yok iyi niyetli biriyse daha az bir paraya misafir oluvermiş ruhu.” Haksızlık bu. Bunu sesli dedim. Hem de bilerek. “Neden haksızlık hanım kız?” diye sordu Sıddık Hüsrev Bey. “İyi ömür geçirince niye az bir paraya dönüşüyor da kötü birinin ruhu niye daha kıymetli bir paraya giriveriyor? Olacak iş mi?” Baktım, çoğu bana hak veriyor. Sıddık Hüsrev Bey arkasına yaslandı: “İyi, dünyaya meyletmediğinden iyidir. Kötü, dünyayı çok sever. Hah işte çıkar buradan çıkaracağını. İyi, dünya malına çokça karşılık gelmek ister mi hiç? On kuruşun var mı?” dedi. Yıllar önce matematik öğretmenimin verdiği on kuruşu hiç ayırmazdım yanımdan. Cüzdanımın bir köşesinde dururdu. Çıkardım uzattım. Elinde evirdi çevirdi. Başını usul usul salladı: “Söz gelimi bu hanım, iyi bir hanımmış.” dedi. “Allah yine de varsa taksiratını affetsin.” Sonra paramı bana geri uzattı. Uzattı uzatmasına ama şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemedim. Şaşkınlıktan değil, inanmamaktan. Böylesi bir safsata karşısında nasıl davranılırdı bilemediğimden. Hocam: “Zamanında bana bahsetmiştiniz hocam. Aramızda gençler de var. Buna ne derler bilmem ki.” dedi. Sıddık Hüsrev Bey: “Ne derlerse derler Nejat. Olan da bu biten de bu. Hanım kızın elindeki kuruş bir masum kadıncağızın ruhunu misafir eder.” deyiverdi. “Jüstinyen melunu o herzeyi yiyince demek bedduanın ucu bucağı taa bize kadar dokundu.” Sonra cebini karıştırdı karıştırdı. Şıngırtılar arasında bir lira çıkardı. Evirdi çevirdi. “Misal bu da işe yaramaz bir adamın ruhunu taşır.” dedi. “Belli ki dalgacının tekiymiş. Belli ki çıkarcının biriymiş.” Böyle deyip fırlattı attı elinden. Para geldi geldi ayaklarımın dibinde duruverdi. Alıp Sıddık Hüsrev Bey’e uzattıysam de elini sende kalsın manasında salladı. Bu kötü ruhlu parayı alıp on kuruşumun yanına koydum.

Dernekten çıkınca yolu uzattım. Hava soğuktu ama bugünü hazmetmek için de buna ihtiyaç duyuyordum. Bir banka oturdum sonra. Cebimden kötü ruhlu bir lirayı çıkardım. Evirdim çevirdim baktım. Kulağımı dayadım ses mes geliyor mu diye. Kötücül kahkahalar duymayı mı bekledim bilmiyorum. Duymadım. Islak mendille temizledim. Kolonya sıktım sonra. Şimdi bu kötü bir ruha aitse kötü de kokuyordur, diye düşündüm. Yaptığıma güldüm sonra.

On kuruşu çıkardım sonra. Demek bu, zavallı bir kadıncağızın ruhunu taşıyordu. Hem de iyi bir kadıncağızın. Kulağımı dayadım. Kırgın bir ses duymayı bekledim. Belki de hıçkırık sesleri. Öyle ya, dünyadan geçen iyiler, kırgın ve hıçkırıklı bir sese sarılıp da geçmezler miydi?

Bu kadar aylaklık yetti, haydi eve diye toparlanmaya başladım. Tam paraları cüzdana yerleştiriyordum ki bir lira elimden yere düşüverdi. Tiz bir metal sesi yankılandı. Döndü döndü devrildi. Tura. Bu ses bana birinin sesini hatırlatmıştı. Yoksa?

Erhan geldiysen üç kere meaşure de.