Muhtelif Dertlerin Çalgısı

Yasemin Çakır

Her şey zıttıyla vardır. Siyah olmadan beyaz, kötü olmadan iyi anlamını yitirir. Geçmiş anımsanmasaydı gelecek için umutlar güdemezdi âdem. Her şeyin bir dengesi olduğunu kabul edebilseydi eğer, şaşmazdı artık başına gelip gelebileceklere. Zira bilirdi her şerrin ardından bir hayır, her hayrın ardından bir şer beklerdi onu. Bilirdi bilmesine ama yaşamak, gerektiğinde görmezden gelebilmek değil miydi?

Her hikâye gibi bunun da kökleri kahramanımızın çocukluğuna değin inmekte. Vaktiyle ebeveynleri ona çok gezen, çok okuyan, çok dinleyen, hep merak eden bir ruh aşılamayı arzulamışlar. Yalnızca nasihat etmemişler bunları, önünde dimdik durup model de olmuşlar. Epey de başarılı olmuşlar aslında. Yaptığı yanlışlardan, hatalardan utanmayı değil hepsinden bir ders çıkarabileceğini, telafi edebilmeyi öğretmişler. Hoş, bu konuda başarısı diğerlerine nazaran pek iyi durumda değilmiş. Makine yetiştirmiyorlar ya sonuçta. İnsan bu, her işte başarılı olacak diye bir şey yok. Onlar da bilirmiş aslında bunu da bilmek yetmezmiş bazen. Kendilerinde olmayan, arzuladıkları her şey çocuklarının olsun isterlermiş. En büyük hatanın bu olduğunu görmezden gelerek. Virginia Satir’in dikkatle öne sürdüğü bir konu vardır. Ebeveynler kendi özgüven problemlerini çocukları üzerinden gidermeye çalışırlar, der. Ufak bir geriye bakış yeterlidir bunu hayatımızda ne kadar sık yaptığımızı fark edebilmemiz için. Hepimiz âna taşıdıklarımız kadarız sonuçta. Ancak tüm bunlarla yüzleşmenin bize ağır gelen bir tarafı olduğunu inkar etmek mümkün değil. Böylelikle yeniden işin sonunda yine kabullenmeye değil, görmezden gelmeye kucak açmış oluruz.

Hayat derslerinin bittiği yerden hayaller filizlenir. Gezgin ruhlu kahramanımız da tüm hayallerine sıkı sıkıya tutunur. Sevdiği şeylere öncelik verebileceği, çok gezip çok göreceği bir iş diler çalışmak için. Uzun süren eğitim hayatının ardından mesleğini eline alır. Önceleri ailesiyle gezdiği yerleri zamanla bir bir kendisi gezer. Kulağında kulaklığı dilinde bir türlü tutturamadığı şarkılar… Fakat çok kalamaz gittiği yerlerde, zira ruhu daralır. Sanki hepsinde kendisinden bir parça arıyormuş gibi diğer şehirlere kayar gözü. Şehir şehir dolaşmak ister bizim Polyanna. Bir yere vardım mı bilhassa ara sokaklara atar kendini. Çünkü bilir, bir şehrin meydanı değil, sokaklarıdır onu kimliklendiren. Onu tanımak için en büyük ipuçlarıdır buralar.

Ne diyordum? Hah! Polyanna. Yani o zamanlar öyleydi. Çoook eskiden. Şimdilerde herkesin içindeki en ufak iyilik zerresine tutunmaya çalışarak hayatın yeniden toz pembeliğini kazanmasını uman bir beşer. Demir atmak, kök salmak istiyor bir yerlere ama bulamıyor yolunu, sığamıyor hiçbir şehre. Bundandır ki kendi parasını kazanmaya başladığında yaptığı ilk şey kenara köşeye üç beş kuruş koymak oldu. Baktı ki nereye adımını atsa duramıyor orda ‘bir çare bulmak lazım’ dedi. Böylelikle daldı en derinlerine, dipsiz kuyudaki hayallerine.

Bir karavanı olsun çok isterdi. Evini yanında taşıyabilmeyi yani. Bu hayalini anne ve babasıyla gerçekleştireceğini düşünürdü hep. Sonraları onlar haricinde de aileler kuracağını anlamıştı. Eşiyle beraber kuracağı yuvası; arkadaşlarının varlığıyla kazandığı kendi seçtiği aile… Herkesin böyle olmuyor muydu? Belli ki istisnalar vardı. Misal o, henüz gönlündeki kişinin karşısına çıkmadığına inanır, beklerdi. Sekiz milyar insanın arasından muhakkak ona benzer birinin olacağını, deneyip yanılarak hevesini kırmaya gerek olmadığını düşünürdü. Kurduğu hayalleri ve nefes aldıkça onların zorunlu kılınan revizelerine rağmen her şey hâlâ hayal ettiğinden çok farklıydı. Ailesi yanında yoktu mesela. Ne eşi ne anne babası ne de arkadaşları. Hiçbir şarkı aynı hissi bırakmıyordu artık. Dinlediği hiçbir melodi onu alıp başka diyarlara sürükleyemiyordu. Ama düşünmeye sevk ediyordu. Çok düşünmeye. Yavaş geliyordu artık her şey. Ve mutsuz. Kendi kendine konuşurken kulağındaki melodinin değiştiğini idrak edememişti. Sözleri duyduğunda şaşkına döndü.

Tutmayan dileklerim var

Akmayan sular gibi

Tutma beni ağlarım bak öksüz çocuklar gibi

Yaşanmamış hayallerim var uçmayan kuşlar gibi…

Bunun denk gelmesi bir tesadüf müydü mesela? Yazık. Küçükken düşlediği gibi değildi hiçbir şey. Hoş, artık kendisi de aynı kişi değildi.

Öyle azimliydi ki şaşarsınız. Üç beş on yıla biriktirdi karavanı için gerekli parayı. Üç beş on, evet. Yeterli miktarı ne zaman biriktirse karavana zam geldi çünkü. O da beklemiyordu ya böyle olacağını. Ne yazık ki karavanına kavuşamadan kaybetti bu hayattaki tek ailesini. Bundandır ki içi biraz buruktu ilk yolculuğuna çıktığında. İlk durağı, çocukken gittikleri bir sahil kasabası oldu. Pek bir şey hatırlamıyordu burayla ilgili ama hafızasında kalan son kırıntılara sığınıp giriverdi gördüğü ilk sokağa. Yabancı olduğu âdeta alnında yazıyordu. İnsanların ona attığı bakışları bakmadan da üzerinde hissedebiliyordu. Epey yol gittikten sonra dönmeye karar verdi.

Günler birbiri ardına geçer

Bilmem neden düne dönüyorum

Nehir akar yarın olur bugün

Neden aynı yerde duruyorum

Derdim kendine bir son bulur

İnsan kendine bir yol

Aramayı bırakırsa

İnsan kendine bir son…

Kısa bir kafa karışıklığı yaşadı. Kulağında mırıldanan melodinin bir işaret olduğunu düşündü. Severdi işaretler aramayı. Belki de karar verirken tüm yük kendisinin olsun istemediğindendi. Yanlış yola saptığını anlayıp geri dönmek üzereydi ki köşedeki küçük bir antikacı dükkânı dikkatini çekti. Nedenini anlayamadığı bir şekilde ayakları onu oraya sürükledi. İçeri girdi. Antikacı, kırklı yaşlarının sonunda bir kadındı. Kadınla yaptığı kısacık sohbette gözü dükkanın bir köşesine iliştirilmiş tozlu bir pikaba takıldı. Tıpkı dükkana çekildiği gibi bu pikaba da çekildiğini hissetti. Kendisine engel olamadan sordu: ‘Pardon, sözünüzü kesmek istemezdim ama şuradaki pikabın değeri nedir?’ Kadın anlamsızca suratına baktı. Ardından kafasında binlerce ampul aniden yanmış gibi ‘Ah o mu?’ dedi gülümseyerek ‘o satılık değil maalesef’. Bizimki nerede susup nerede ısrar etmesi gerektiğini iyi bilirdi. İçindeki ses, o ân sonuna kadar savaşmasını söyledi. Epey bir ısrarın ardından pikabın antikacıya çok sevdiği bir dostu tarafından uzun süre önce emanet edildiğini öğrendi. Her ne kadar bu duruma saygı duysa da yine de son kez şansını denemeye karar verdi. Ancak kadın kararında ısrarcıydı. Böylelikle kahramanımız daha fazla zorlamayarak dükkandan ayrıldı.

***

Yıllar onu yıprattı. Hem de çok. Eskisi gibi karavanına atlayıp dolaşmıyordu artık. İçinde bir şey onu terk etmiş gibiydi. Tüm tahammülsüzlükleri ve hevessizliği ile yaşamaya çalışıyordu hayatı. Toz pembe görmek için çabalamıyordu artık. Hangi renk geliyorsa onu kabul ediyordu. Bazı insanların içinde iyilik olsa dahi kötülüğe yenik düşebildiğini anlamıştı. Sahi iyi kötü sınırlarını kim belirliyordu? Bu denli öznel bir ifadeyi hâlâ neye göre kullanıyorduk?

Ah gideceğim bu şehirden

Ben böyle yapamam

Özlerim kuşları özlerim çok

Bir duyayım bir duyayım

Özlerim güneşi özlerim çok

Bir göreyim bir göreyim

İlla ki yapamam geri dönerim…

Yorgundu. Eski neşesi kalmamış, aidiyetsizliğe kök salmıştı. Tüm uzuvlarıyla orada daha fazla kalamayacağını hissetti. Bu ona iyi gelmiyordu. Herkes bir şehri yuva belleyecek değildi ya. Yıldızlara bakabilmeyi özlemişti, kuşların sesini duyabilmeyi. Artık izin vermiyordu yöneticiler. Bu kuşları kim besleyecekti artık? İnsanların ruhunu iyileştiren bu şey de fark ettirilmeden alındı ellerinden. İçi sıkıldı. Daha fazla dayanamadı orada kalmaya. Küçük bir çanta hazırladı kendine. Karavanına atlayıp bıraktı her şeyi ardında. Eski günlerdeki gibi yalnızca sürdü. Nereye varacağına yolda karar verecekti.

Kendini yine o sahil kasabasında buldu. Buranın ona iyi gelen, içinde bir şeyleri tamir eden bir yanı vardı. Başıboş bir sokak köpeği gibi yürürken aklına antikacı geldi. Son gelişinden beri arada bir arar hâlini hatırını sorardı kadının. Bir de pikabı. O günden beri zihninin bir köşesinde yer edinmişti. Onun olsa her şey düzeliverecekmiş gibiydi. Ama kadın her aramasında aynı cevabı yinelemişti.

Dükkana vardığında kadın onu gördüğüne epey şaşırdı. Keza o da. Kadının göz kenarlarındaki ve alnındaki derin çizgiler dikkatini çekmişti. Son gelişinin ardından bunca zaman geçtiğine inanamadı. Demek zaman onu da benim kadar yıpratmış, diye geçirdi içinden.

‘Doğrusu bugün buraya gelmenizi beklemiyordum. İlginç bir tesadüf oldu.’ dedi kadın. Bizimki anlamsızca gülümsedi. Bir taraftan da gözü pikabı aradı. Yerinde yoktu ancak ardında bıraktığı toz kümesinden yeni kaldırıldığı anlaşılıyordu. Dayanamayıp sordu: ‘Satılamayacağını söylemiştiniz?’

Antikacı gülümsedi. Değildi ancak bugün dostumdan onu yeni sahibi için hazırlamam üzere bir telefon aldım, dedi. Bizimki kaşlarını çattı. Gülümsemeye çalışarak ‘anladığımı söyleyemem’, dedi. Kadın, beklemesini işaret ederek dükkanın arka tarafında yer alan bürovari odaya gitti. Döndüğünde elindeki kutuyu bizimkine uzattı. Şaşırdı. Hem de çok. Nasıl yani? dedi. Kadın anlatmaya başladı. ‘Yıllardır ısrarla arayıp hem hatrımı hem de pikabı sorduğunuzu arkadaşıma anlatmıştım. İlk söylediğimde kesinlikle satmak istemediğini söylemişti ama belli ki zamanla fikirleri yumuşamış. Diğer görüşmelerimizde de ısrarınızın değişmediğini ve denemeye devam ettiğinizi öğrendiğinde epey şaşırdı. Son görüşmemizde de buraya gelebileceğinizden bahsetmiştiniz hatırladınız mı?’ Bizimki onayla başını salladı. O düşüncenin üstüne kaç kürek toprak atmıştı oysa. ‘İşte o zaman bir daha sordum. İkilemde kaldığını sanmıştım ama cevabı hâlâ çok netti. Ben de daha fazla ısrar etme gereği duymadım. Ancak bu sabah arayıp artık pikabı yeni sahibi için hazırlamamı rica etti. İnanın ben de sizin kadar şaşırdım’ diyerek tamamladı cümlelerini.

Aralarında karar kıldıkları cüzi bir ücrete pikabı satın aldı. Sevinçle karavanına döndü. Sanki içindeki bir şeyler gerçekten de tamir olmuştu. Büyük bir heyecanla plaklardan birini yerleştirdi.

Çektiğim acıların demindeyim bu akşam

Pişman desen değilim bir harmanım bu akşam

Her gecenin sabahı

Her kışın bir baharı

Her şeyin bir zamanı

Benim dermanım yok…

Uzanıp müziğin tadını çıkardı. Şarkı bittiğinde yerinden doğruldu ve pikabı incelemeye koyuldu. Kutunun alt tarafına yerleştirilmiş bir düğme ilgisini çekti. Race yazılı hız düğmesinin hâlâ çalışıp çalışmadığını içten içe merak etti. Daha önce hiçbir pikapta buna benzer bir şey görmemişti. Plaklara zarar verebileceğinden endişelendi ama yine de merakı ağır bastı. Antikacı, pakete birkaç da plak iliştirmişti. Bunlardan birinde hiçbir etiket yer almıyordu. Demek ki önemsiz bir şey diye düşündü. İşini garantiye almak isteyerek pikaba bu plağı yerleştirdi.

Plak boş değildi. Şarkı standart seviyesinde normal bir ritimle başladı. Bizimki hız ayarıyla oynadıkça yavaş yavaş hızlandı. Hızı x2’ye getirdiğinde şarkı garip bir şekilde hâlâ oldukça netti. Düğmenin bozuk olduğunu düşünerek dinlemeye devam etti.

Çok geçmeden ikinci şaşkınlığını yaşadı. Plak birden fazla şarkı içeriyordu. Bizimki kaşlarını çatarak bunun ne kadar mümkün olduğunu sorguladı. Aynı zamanda başını kaldırıp pencereden bakma gafletinde bulundu. Gözlerine inanamadı. Her şey çok hızlıydı. Arabalar, insanlar, hayat. Sanki bir tek o yerinde kalıyordu da her şey hızlandırılmıştı. Sanki her şey x2’ye alınmıştı. Tıpkı pikap gibi… Aniden kafasını tırmalayan güçlü bir cızırtı duydu. Bir anlığına her şey eski hızına döndü. Çok kısa bir ân. Plak takılmıştı. Yeniden dönmeye başladı insanlar hızlanmaya başladı. Kuşların geçişini takip edemedi. Trafik ilk defa bu kadar hızlıydı. Hızla pikaba döndü. Hız düğmesini çevirmeye çalıştı. Dönmedi. Hareket dahi etmedi. Sanki o denedikçe düğme direniyordu. Uzun uzun uğraşsa da başarılı olamadı.

Çaresizce bekledi karavanın içinde. Dışarı çıktığında aynı hıza kapılıp kapılmayacağını bilemedi. Bundandır ki karavandan dışarı adım atmadı. Çaresizce bekledi olduğu yerde. Haberleri açtı. Kimsenin hiçbir şeyden haberi yoktu sanki. Hep söylediklerinin aksine zaman bu kez gerçekten akıp gitti.

Birkaç gün böylece geçti. Kahramanımız bir diğer garipliği ancak o zaman fark etti. Âdeta şarkı değiştikçe gündem de değişiyordu. Pikap sanki olanları görüyordu. Depremler, savaşlar ve nice sorun karavanın dışında hızla gerçekleşti. Pikapta çalan şarkıya kulak verdi.

Sokaklarda kan vardı

Ölüm vardı hatıramda

Kaybolurken genç ömürler

Zaman sustu beni yol tuttu

Sustum, kül içinde ateş

Soldum, gül içinde o düş

Yolum, yoldaşım oldu…

Gözünden bir damla yaş süzüldü. Bununla nasıl başa çıkacağını bilemedi. Haberler enkazlardan, katledilen onlarca çocuktan, kayıplardan, mide bulandıran suçlardan bahsetti. Dayanamadı. Gözyaşları gözlerine perde oldu. İçindeki ses o zaman konuştu. Şimdi, dedi. Dünya malından gözünü çekmişken. Gönlüne bakabiliyorken. Şimdi.

İşe yarayıp yaramayacağını bilmeden el yordamıyla pikabı buldu. Düğmeyi hissettiğinde geri sarmayı denedi. Belki pikap hızlandırdığı gibi geri de döndürebilir diye düşündü. İçinde bir yerlerde bunun olamayacağını pekâlâ bilse de bir umut denedi. Pikabı geri sardı. Olmadı. Yeniden ve yeniden denedi. Her denemesi başarısızlıkla sonuçlandı. Plaktaki şarkı değişti.

Dinle dinle

Baktın olmuyor bu şarkıyı söyle

Bi gülümseme kondursun yüzüne

Sen hiç üzülme asla ziyan olmazsın sen…

İşte o ân başından beri kendisini iç ses olduğuna inandırdığı sezgisinin kendisi olduğunu anladı. Kimileri buna deneyimlerden süzülmüş bilgi parçaları derdi. Gözyaşlarını sildi. Gözündeki buğu yavaş yavaş kayboldu. İyisiyle kötüsüyle, her şerri takip eden hayırla, tüm zıtlıklarla var olduğunu hissetti. Elini uzattı. Hız düğmesini sorunsuz bir şekilde standarda çevirdi. Ve şarkı yeniden başladı, hayat tüm tezatlarıyla yoluna devam etti.

Bir hikâyem var

Bir hikâyem bitmedi.