Tam en ciddi cümlesini fırlatacağı o an. Dünyanın ne olduğunu anladığı. İnsanın ciğerine dair tam teşekküllü bir harita çıkardığı. Midede hazmedilmeyen çiğ sütün analizini yaptığı. Kimsenin kimseyi aslında dinlemediğini fark ettiği. Dinler gibi yaptığını anladığı o an. Aynalarda gördüğü yüz kendi yüzü değildir insanın, diyeceği. Numaradan yapılmayan sınırlı şeylerin olduğunu veciz bir ifadeyle anlatacağı o an. Gıcırdadı. Ustasından, Naim Efendi’den ona yadigâr kalan sandalyesi gıcırdadı. Gıcırdamadı. Ağladı.
Neyse, dedi. Sabredeyim. Şu cümleleri bir toparlarsam hem bitmiş olacak. Son paragrafı yazıyorum. Gıcırdasın dursun bakalım. Sonra fark etti ki sağ tarafa biraz kaykılınca gıcırtı kesiliyor. Sandalyenin tepesinde sağa yaslı yazmaya devam etti. “Şeytan bazen sağdan yaklaşır insana. Tüm yolları öğrenmiş melun. Senin bilmediğin yolları da öğrenmiş. Ne olacak o zaman? Sen de öğreneceksin şeytanın sapabileceği yolları. Aman dikkat. Öğrenmek de tehlikeli olur bazen. Aklın kayar. İnsan, öğrene öğrene harama da sapabilir. Eh, başında teneke taşımıyorsun ya, ayırt et bir zahmet öyle değil mi ya ey kari?” Gıcırtttt. Gıcıııırttt. Sağa yaslı yazmak da antika sandalyeye fayda vermedi. Başını tavana dikti. Merhum Naim Usta’yla göz göze geldi. “Bunu bana emanet edeceğine bir kalıp sabun bıraksaydın daha hora geçerdi be usta.” der demez yüzü ıslandı. Ustasının hayali tavandan tükürmüştü ona: “Git sat ulan yarın bitpazarında şerefsiz. Ne nankör türmüşüz biz ulan. Tepeden bakınca daha açık seçik görülüyor her şey. Sat! Senin gibi itin teki tüneyeceğine ayyaşın teki ağlarken otursun daha iyi.” Hemen önüne döndü. Yüzünü kuruladı. Hem kızgın hem korkmuştu. Kızgın olduğundan bir daha oturmayacaktı buna. Korktuğundan bir daha gıkını çıkarmayacaktı bu sandalyeye oturduğunda. Hatta sanki evde başka sandalye yok değildi ya. Onlardan birini çekerdi altına. Buna kalmamıştı ya.
Yerinden kalktı. Odada iki tur attı. İlham perileri akşam yemeğine çıkmıştı. Üst kat komşusu gürül gürül ev süpürmeye başlamıştı yine. Bu kadın için kocasıyla kavga etmenin ve ev süpürmenin saati yoktu. Evine de kocasına da Allah sabır versin, diye düşündü. Zaten zor iş evli olmak. Evin içinde senden başka biri. Tıkır tıkır bir şeyler yapıyor. Nefes alıyor. Celalleniyor. Mutlu oluyor. Aynaya bakarken şarkı söylüyor. Bakarken bakarken ağlamaya başlıyor. Yemek yiyor. “Ne yemek yapayım?” diye mutfaktan bağırıyor. Ekmek yok, hadi gidip al diye halk ekmeğin yolunu gösteriyor. Ne korkunç. Geriye dönüp baktığında sandalyeyle göz göze geldi. Gözü sandalyede durdu. Olmayan gözle nasıl göz göze olunur öyle ya. Kapının yanında mor kadife kaplı sandalyeye ilişti gözü sonra. Sağlam, gül gibi sandalye, diye düşündü. Nazı yok niyazı yok. Çekerim altıma. Ustadan kalanı da itelerim şu köşeye. Sanki nereden bilecek? Yüzündeki tükürük kurumadan fenalığa girişen türe insan derlerdi.
Ustadan kalma sandalyeyi iteledi bir köşeye. İtelerken inledi sandalye. Sanki canından can çekiyorlardı. Kadife kaplı görece daha iyi sandalyeyi getirdi çalışma masasının önüne güzelce yerleştirdi. Şimdi içine yeni bir şey yapmanın rahatlaması ama eskiye ihanetin acısı çöreklendi. Böyledir. Eski, çekip gitmez. Eski, çekip gitmediği için adı hep vardır. “Eski ev.” “Eski iş yeri.” “Eski palto.” Hiçbiri çekip gitmemiştir oysa. Zamanın donmuş bir yerinde terk edilmiş suratlarıyla bizi izlerler. Acımayan ama kanayıp duran bir yara gibi bazen. Japonlar kintsugi diye bir şey uydurmuşlar. Eskinin gitmesine izin vermiyorlar. Yaralarına bir kintsugi. Mümkünse.
Konuyu dağıttığını fark etti yeni sandalyesini yerine itelerken. Şimdi bu sızlanmayan sandalyede neler yazardı neler. Ne yalanlar insana dair ne tuhaf kurgular. Her zaman didaktik didaktik şeyler. Öyle ya, öğretmese ölür. Öğrenmese zaten ölsün. Ama burnunun ucunu göremesin. Zavallı yazar. Oturdu kadife kaplı sandalyeye. Rahattı da hani. Gıcırdıyor mu diye sağa sola hareket ederek kontrol etti. Yok. Kale gibi mübarek. Çekti önüne bilgisayarı. Eli tuşlarda gezindi. Bir müddet durdu, son paragrafta şeytana çatmıştı. Buradan devam mı etseydi acaba? Bir euzubesmeleyle tabii. Şeytan bu, yazı mazı dinlemez. Bahsedildiği yere bahsedilmeden damlar. Başladı yazmaya. On on beş dakika geçti geçmedi, o ses yeniden doldurdu odayı. Gıcıııııırrrr gıcırrrrr. Elini klavyeden çekince bir es veriyor, yazmaya başlar başlamaz gıcırtı da başlıyordu. Oturduğu sandalyeden geliyor sandı ilkin. Ama denemişti ondan gelmiyordu. Başını yeniden bilgisayarına çevirdi. Elini klavyeye dokundurur dokundurmaz gıcırrtttt. Sandalyelerin trip atma huyu mu vardı acaba? Yenisi tarafından ihanete uğratılan her şey öç mü alırdı?
En iyisi koridora çıkarmak, diye düşündü. Ne de olsa göz görmeyince gönül de gıcırdamayı keserdi. Bezgin adımlarla sandalyeye doğru yürüdü. Kavradı. Ve koridora kibarca bıraktı. Kibarca çünkü Naim Efendi’den hâlâ tırsıyordu. Ölüm ondan müthiş derecede çekinmesini öldürememişti. Müsaade ister gibi kapıyı usulca kapattı. Masasına yöneldi ama hevesi de kaçmıştı. Karnı da guruldayıp duruyordu. Mutfağa geçti. Dolabı açtı. Yazar dolabı böyle mi olurmuş? Fare düşse kafası una dönerdi. En iyisi dışarıda yiyip gelmek, dedi. Ceketini aldı çıktı. Dış kapıyı çekerken koridordaki eski sandalyeye bakıp şöyle bir iç çekti.
Apartmanın çıkışında bina görevlisiyle karşılaştı. Adam kaç yıldır şehirde yaşamasına rağmen hâlâ memleketinin haritasını taşıyordu yüzünde. Merakla sordu: “Nereye yazar bey? İnşallah apartmanımızdan memnunsunuzdur?” Bir yıldır bu binada oturuyordu. Bir yıldır her ne zaman bu adama rastlasa bu soruyla karşılaşıyordu. Bir yıldır bu soruya her zaman: “ İyi ama kışları biraz soğuk geçiyor. Doğal gaz olmuş şu para.” diye cevap veriyordu. Adam bu cevabın sadece ilk kısmını duymuş gibi: “İyidir iyidir. Senin üst kattaki kadın biraz delimsektir ama iyidir binamız iyidir.” deyip yolundan çekiliyordu. Ondan ayrıldıktan bir süre sonra geri dönüp şöyle bir baktığında görevliyi hâlâ ona bakıyor bulurdu. Görevli de: “Bu da işte Allah’ın bir meczubu. Yazarım diye dolaşıyor. Yazacak ne kaldı da yazıyorsun? Sana mı kaldı da yazıyorsun çiroz?” deyip görevini tamamladıktan sonra işinin başına dönerdi.
Bu küçük şehrin küçük çarşısında bir iki dolandı. Karnını doyurdu. Biraz parkta oturdu etrafı izledi. Banklara kümelenmiş adamlar ve kadınlar, kaydıraklarda otomatik hareketlerle kayan çocuklar. Her devrin değişmez satıcıları simitçiler. Üstü başı kirli sokak kedileri. Etrafı sigara izmaritleriyle çevrili çöp kutuları. Memleketin her köşesinde parklar daha doğrusu mekânlar nasıl da neredeyse birbirinin aynı oluyordu acaba?
Eve döndü. Vakit akşama yanaşmıştı. Ev ıssız evlerin karanlığına bürünmüştü. Koridordan geçerken sandalyenin önünde bir iki saniye durdu. Ceketini çıkarıp mutfağa geçti. Ocağa çay koydu. Odaya geçti. Bilgisayarının açılmasını bekledi. Üst kattaki kadın, Nejat’a bağırıyordu. Nejat. Hani şu çeneden bıkmış, pusup kalmış bir köşede, ölümünü bekleyen koca. Ölmüyordu da üstelik. Yaşamak bir küfür gibi dudaklarının arasına asılı kalan Nejat. Kadını rahatsız etmek istedi. Mutfağa koştu. Kendine çay aldı önce. Sonra annesinden yadigâr hiç kullanmadığı oklavayı aradı taradı buldu. Odaya geçti. Çayı masasına yerleştirip kollarını sıvadı. Tavana küt küt vurdu oklavayla. Böylece kadının dikkati dağılacak, kendisine sardıracaktı. Ufak tefek kahramanlıklar. Anlarsınız. Basit hayatlarımızın içine serpiştirdiğimiz kimi gladyatörlükler. İşte şimdi bu gladyatör de avına saldıran dişi bir aslana hedefini şaşırtmak için salvolar savuruyordu. Küt küt küt. Kadın bağırmayı kesti. Bir daha: Küt küt küt. Kadın ayak topuğuyla cevap verdi: Zınk zınk zınk. Tavanın arkasından boğuk boğuk sesler duyuldu sonra: “Bana bak yazar bozuntusu, aşağı inersem seni yufka gibi açarım. Sonra da yırtıp bırakırım. Bir daha duyayım bak neler oluyor.” Gladyatörün önce kaskı düştü. Sonra vücudunu sardığı zırhı. Elinden kılıcı yani oklavası. Sonra küt diye oturdu sandalyesine. Çayından bir yudum aldı. Pis pis güldü. Kadını sinirlendirmekten hoşlanmıştı. Yarın yine yapacaktı. Önce dolandı sitelerde. Öğrenmek istemediği haberleri okudu. Sonra temiz bir sayfa açtı. Yazmaya başladı. Odayı dinledi ses geliyor mu diye. Hayret, çık yoktu. Devam etti. Yaklaşık on beş dakika sessizce, etrafı dinleye dinleye yazdı. Tam rahatlamıştı ki kütt diye bir ses geldi koridordan. Ürkerek çıktı odadan. Temkinle etrafa göz gezdiriyordu ki sandalyenin devrilmiş olduğunu gördü. Kendi kendine nasıl düştü anlamaya çalıştı. Ayakları sağlamdı. Evde kedi vs de olmadığına göre. Demek sandalye kendisini yere bıkakıvermişti. Hey ya Rabbim diye başını tavana diktiğinde ustasıyla göz göze geldi yine: “Daha buncağıza çektiriyor musun ulan? Attın evin bir köşesine. Oh gel keyfim gel. Bak cansız da olsa senin genişliğinden rahatsız. Yazıklar olsun senin emanet bilmez insanlığına!” dedi tükürdü yine yüzüne.
Sandalyeyi aldı. Odanın ortasına koydu. Karşısına geçti. Konuşmaya başladı: “Şimdi seninle konuşmam ne derece manalı bunu bilmiyorum. Ama kendini yere attın. Demek ki bir manası da olmalı. Sonra çıkarıp durduğun o gıcırtılar. Derdin ne senin?” Sandalyede tık yoktu. Yaptığı saçma tirada devam etti: “Ben tek başına yaşamaya çalışan, yazılarına tutunan zavallı bir adamım. Ustamın emanetisin diye aldım. Yağladım temizledim tamir ettim seni. Ama sen rahat vermedin bir türlü. Diyorsan ki yollarımızı ayıralım. İşte kapı. Koyayım seni kapı önüne. Bina görevlisi alsın götürsün evine.” Sandalyede yine kıpırtı yoktu. Sonra yavaş yavaş ne yaptığını fark edenlerin hâliyle silkelendi ayağa kalktı. Yüzüne gözüne soğuk su çarptı. “Delirme,” dedi. “Sandalyeyle gıcırdayıp kendisini yere attığı için mi konuşuyorsun? Delirme.”
İçeri geçti. Bilgisayarı açık, sandalyeler karşılıklı duruyordu.
Ertesi gün, sokaktan geçen bir eskiciyi durdurdu. Eve çağırdı. Sandalyeyi kavradı. “Al birader,” dedi. “Para mara istemez. Al senin olsun.” Adamın yüzünü şüphe şöyle bir yaladıysa da peşinden hemen sevindi. Kaptığı gibi indirdi sandalyeyi. Döküntü kamyonetinin kasasına hızla savurdu sandalyeyi adam. Pencereden bakarken içi sızladı. Başını tavana çevirmeye ürküyordu. “Ne yapayım, delirmektense evden yollamak en iyisiydi.” diye teselli etti kendini. Rahatlamış hissetti.
O gece rüyasında kendisini yenilmiş ve idam edilmek üzere olan bir gladyatör olarak gördü. Zalim kral başparmağını ters çevirdiğinde cellatlar darağacına asılı gladyatörün sandalyesine tekmeyi basacaklardı. Stadyumu doldurmuş kalabalık coşkuyla anlamadığı dilde bağırıyorlardı ama o rüyada olduğundan ne dediklerini anlamıştı: İiiidam, iiidam, iiidam! Hükümdar ayağa kalktı. Yanındakiler de ayaklandı. Hükümdar elini kaldırdı. Cellatlar mahkuma yaklaştı, ayaklarını tekme için hazırladılar. Derken bir ses duydu gladyatör: Gıcırttttt, gıcırttt. Baktı ki ayağının altında usta yadigârı sandalyesi. Eski bir dostun ihanetine uğramış gibi üzüldü o an.
Korkarak uyandı. Kral elini ters çeviremeden uyandığına şükretti. Boğazında bir acı hissetti. Bir bardak su içti çabuk çabuk. Koşarak bilgisayarını açtı. Acıkmış gibi bilgisayarına koştu. Âdeti olmadığı üzere önce yazının başlığını attı: Bir Tuhaf Sandalye Meselesi