Hadi Ben Bensiz Geleyim, Hadi Sen Sensiz Gel

Emine Ecran Şenel

Hadi Ben Bensiz Geleyim, Hadi Sen Sensiz Gel[1]

İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp; aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi, O'nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda, düşünen millet için dersler vardır. (Rum sr. 21)

Kapı çalıyor. Geldi yine zırlak. Zırlak demek ayıp değil mi? Değil efendim, değil. Zırlağa zırlak denir, tırlağa tırlak. Açalım kapıyı. Aman açalım geç kalmayalım. Zırlamalarından bugün de mahrum olmayalım. “Mavi teyze! Beyaz amca! Rüyamda bir yılan. Isırdı göğsümden. Bakın göğsümde yılan ısırığı, acıyor kalbim. Bakın, bakın! Hâlâ orada mı yılan? Gitmiş mi yoksa, bırakıp da zehrini?” “Gitmiş kızım gitmiş.” Kızım demeyelim şuna iyice yüz bulacak. “Zehrinin hesabını veremeyen yılan, kendi zehrinde boğulsun! Yüreğimin kuşlarının pençesiyle ezilsin başı! Göğsümde yılan ısırığı, acıyor kalbim. Bakın, bakın! Hâlâ orada mı yılan?” “Korkma kızım, müjde sana! Ömürlük bir düşmandan kurtulduğuna delalettir bu rüya.” Hıh bir rüya yorumculuğumuz kalmıştı onu da yapalım hiç çıkmasın evimizden. Bizi bize bırakmasın hiç. Aferin, çok iyi yaptık. Öyle demeyelim, acıyalım zavallıcığa. Ağlıyor bak. Ağlar, çünkü zırlak. “Ömürlük bir düşman mııı? Ah biliyordum, biliyordum. Sezai’nin beni aldattığını biliyordum. Kesin rüyamdaki yılan da o kadındır. Kavga ettik biz.” Hıh başladı zırlamaya. Hadi bir kahve yapalım.

“Kızım ağlama. Otur sen. Biz birer kahve yapalım. Konuşuruz, ağlama.” Üzülmüş kızcağız. Her şeyi abartıyor. Kavgayı da, üzülmeyi de. Hatta rüyayı bile. Daha çok genç, o yüzden abartıyor. Gençlik abartmak demektir. Gençlik değil, toyluk. Hamlık. Tamam, hamlık diyelim o zaman. Haydi kahveleri alıp da gidelim ham komşumuzun yanına. Kahveyle mi olgunlaşacak. Hayır muhabbetle, kahve bahane. “Anlat bakalım güzel kızım, neden kavga ettiniz hayat arkadaşınla, ömür yoldaşınla.” “Nereden başlasam bilmem ki. İlgilenmiyor benimle. Eskisi gibi sevmiyor artık. Nişanlıyken sohbet ederdik uzun uzun. Derin derin bakardı gözlerime, kirpiklerimi sayardı. Şimdi eve gelir gelmez yemek yiyor sonra da uyuyor. Sohbet etmiyor benimle. Gözlerime derin bakmıyor.” Ne diyelim şimdi biz buna. Adam işi gücü bıraksın senin kirpiklerini mi saysın sayın prenses. Bütün dünya kendi etrafında dönsün istiyor. Hamlık bunu gerektirir çünkü. “Peki sen kızım? Sen derin derin bakıyor musun eşinin gözlerine? Sohbet ortamı kuruyor musun?” “O bana bakmayınca ben ona nasıl bakayım? O bana sormayınca günümün nasıl geçtiğini ben ona ne diyeyim?” “Ama güzel kızım hiç mi duymadın, muhabbet dediğin karşı karşıdır. Sen istiyorsun ki sadece eşim sevsin. Olmaz. Böyle olmaz.”

Nasıl olur, diye soracak şimdi. Biz mi anlatacağız? Bunu insan kendisi öğrenemezse başkaları nasıl öğretsin? Bize başkası mı öğretti sevmeyi? Bize de öğreten bir şeyler vardı biz fark etmesek de. Belki de bize sevmeyi öğreten BİZ’di. Belki ona da sevmeyi BİZ öğretiriz. Öğretelim, öğretilecek bir şeyse sevgi. Öğrensin, sevgi öğrenilecek bir şeyse. “Böyle olmazsa nasıl olur peki? Ne yapmalıyım onu kendime bağlamak için? Sizin gibi olmak için.” Hâlâ kendine bağlamaktan bahsediyor. Yok yok bunun aklı kıt kolay kolay anlamaz. Bizim mekâna götürelim bunu. Bizim mekân değil orası, senin ve benim mekân. Tamam götürelim. Göstererek anlatalım. “Hazırlan kızım seninle bir yere gideceğiz.” “Nereye?” Soru sormasa olmaz. Meraklı küçük. Kocası buna iyi dayanıyor bence. Öyle demesek. Tamam tamam demeyelim. “Bir şey sorma kızım. Bizi izle. Öğreneceksin. Güzelleşeceksin. Büyüyecek, olgunlaşacaksın. Sen, sen olmayacaksın.” Sustu. Hayret. Gördün mü? Öğrenecek. Öğreteceğiz.

“Bak kızım, burası neresi biliyor musun?” “Huzurevi.” “Evet. Huzurevleri; huzuru kaçanlar ve huzur kaçıranlardan oluşan yapılardır. Ama kendisinde huzur yoktur. Huzursuzlar, huzurun bizzat kendisi olan ölüme kavuşana kadar burada pineklesin diye vardır huzurevleri.” Ne güzel açıkladık! Bravo bize! “Şu kediyi görüyor musun kızım. İşte huzurevindeki huzurun habercisi odur.” Güzel açıklayalım, anlamaz şimdi. “Dur, sen sormadan biz söyleyelim. Yani ölecek olanları önceden bilir bu kedi. Ölüm kimin ensesindeyse kedi onun yanındadır.” Ölüm deyince korktu körpecik. Beti benzi attı. Neyinden korkuyorlar ölümün? Biz korkmuyoruz, değil mi? Bilmem. Belki de korkuyoruzdur. Biz, bizken hiçbir şeyden korkmayacaktık hani? Bizi biz olmaktan çıkarır diye korkuyoruz ölümden. Bizi biz olarak alacaksa buyursun gelsin. Korkmayız evelallah. O elini uzatmadan biz boynumuzu uzatırız. Yeter ki bizden bizliğimizi almasın.

“Kızım, şuradaki kadını görüyor musun? Sana bir yerden tanıdık geliyor mu?” “Evet, Mavi teyzeyi andırıyor. Ama daha çirkin. Daha nursuz. Daha suratsız” “Peki ona uzaktan bakan şu adam?” “O da biraz Beyaz amcaya benziyor. Ama çok huysuz görünüyor. Huzursuz. Kaşları çatık.” Uzaktan bakıyorsun bana. Baktığını bilmediğimi mi sanıyorsun acaba? Baktığımı bildiğin için bakıyorum. Ama ancak uzaktan bakarım çünkü o ben’im. Biz’den soyunmuş ben. “Size benzeyen bu adam ve kadın kim?” Geldik öze. Anlatalım bakalım. Anlatalım anlatmasına da, duyacaklarını duymaya hazır mı? Hazır ya da değil, bize düşen anlatmak. Gerisi ona kalmış. Kedi aranıyor. Korkuyoruz. Senin ya da benim yanıma gidecek diye korkuyoruz. Korkmayalım. Uzak duruyor senden, benden ve bizden, demek ki daha zamanımız var. Hadi anlatalım artık.

“Kızım şimdi iyi dinle bizi. Güzel dinle. Kulaklarınla değil can kulağınla dinle. Gönlünü aç bize. Biz, biz değilken tanıdık birbirimizi. Ben ve sen iken. Birbirimiz için “o” iken tanıştık. Ama biliyorduk ki iki “o” yan yana gelmez. Gelse de anlamı olmazdı. İki o’yu silip yerine anlamlı tek bir şey koymalıydık. Ama ne koymalıydık, bilmiyorduk. Sildik o’ları, benliklerimiz kaldı orada. Silik ve sönük. Öylece duruyorlardı. Yapayalnız. Zamanla anladık o’ların yerine konacak bir BİZ vardı, biliyorduk ama neredeydi bulamıyorduk. Bulamadan evlendik. Belki birgün kapımızı çalar, dedik. Çalmadı.” Kedi aranıyor hâlâ. Belli ki ölecek birisi var. Dikkatimizi ona vermeyelim. Yok sayalım varlığını. Yok sayarsak uzak olur bizden. “BİZ kendiliğinden gelmeyince aramaya karar verdik. Elimize birer kazma kürek aldık, başladık birbirimizi kazmaya. Aklımızı kazıdık, kalbimizi kazıdık. Fazlalıkları çıkarıp attık. Tozu toprağı temizledik. Mavi’nin içinden Beyaz, Beyaz’ın içinden Mavi çıktı. Çıktılar ki nasıl güzel, nasıl parlak. Güzellikleri dünyayı sarıyor, ışıltıları göklere çıkıyor. İçimizden çıkanlar biz oldu. Dışımızda kalanlar huzursuz. Biz de aldık onları iki “o” olarak bıraktık huzurevine. Huzurumuzu kaçırmasınlar diye.” Kedi bizim etrafımızda dolanıyor. Korkmayalım. Kedidir, dolanır dolanır, gider. Yanımıza gelip sırnaşmadıkça, oturup kalmadıkça dolanmasından zarar gelmez.

“Sonra ne yaptık biliyor musun güzel kızım? Hayallerimizi biz aldık, hayal kırıklıklarımızı onlara bıraktık. Fısıltılarımızı aldık, sesimizin en yüksek tonunu onlara bıraktık. Sevdayı aldık, kavgayı onlara bıraktık. Deliliği aldık, aklı onlara bıraktık. Çocukluğu aldık, o büyük, o kibirli, o kaba büyüklüğü onlara bıraktık. Ortaklığı, anlayışı, saygıyı, vefayı, yakınlığı aldık; ayrılığı, gayrılığı, zıtlığı, kıtlığı, saygısızlığı, vefasızlığı, uzaklığı onlara bıraktık. Anladın mı güzel kızım?” … “Kızım?” “Ahh. Göğsümde yılan ısırığı, acıyor kalbim.” Bir şey oldu. Kendinde değil. Nefes alıyor mu? Kedi nerede? “Miyav” Kızın yanında. Oturuyor. Sırnaşmış kıza. Korkmakta haklıymışız. Ölümün aradığı, biz değilmişiz ama olduğu yer bizim yanımızmış.

E.Ecran

________________

[1] Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî-Bu Ayrılık Şiiri