Serazat

Fatma Ünsal

Yumruğunun içinde kan topağı olarak doğanlar hükümdar olurlardı. Bunu duyanlardan kimisi hemen anasına seğirtir, “Ana ben doğduğumda avucumun içinde kan topağı vardı da elim de sıkı sıkıya kapalı mıydı?” diye sorardı. Anaların ekserisi şöyle bir durur, oğulcuğunun suratına bakar, oğulcuğunun çünkü kızlar böyle boş sual eylemezlerdi, elini işten sıyırır, arkalarındaki bacası uyuzlanarak tüten evi gösterir, “Bak hele oğul, avucundan kan topağı çıkan bebeğin evi bu hâlde olur mu hiç?” diye dünyanın tekmil bucaklarını tek soruda toplayan o soruyu soruverirdi. Oğul o an sendeler gibi olur, başının üstünden kuş kümeleri geçer, ayağının altındaki toprak ona suratını asar, sevdiği kız yüzünü ekşitmiş bir ayağı ötede başkasına koşacak gibi olurdu. Cevabını alan oğlan, ayağını sürüye sürüye işinin gücünün başına dönerdi de avucunun içinde kan topağı olarak doğsaydı koyun güdeceğini değil de lalasının himayesinde kılıç talimi edeceğini işte o zaman anlardı. Aslında cevabını bildiğimiz kimi soruları sormadan adam olmuyoruz. Sonra da üzülüyoruz. Ne aptallık.

Herkesin bacası uyuzlanarak tütecek, herkesin anasının beli didine didine çamaşır çitilemekten vava dönüşecek, ayağı çamurdan sırtı sopadan kurtulmayacak değil ya? Hükümdar olmak için o sülalede birinin avuç içindeki uyuşmuş kan, o sülalenin hükümdar bakiyesini artırmak için yeterdi de artardı bile. Hükümdar oğlu hükümdar oğlu hükümdar oğlu bilmem kimin oğlu hangi taşlı tarlada gün batımını izlerken öleyazmış olur muydu hiç? Onun ölümü olsa olsa ya yay kirişinde ya bilmem kaç yıl devleti yönetip artık ömrünü bir ipekli yorganın altında güneş alan ferah bir odada hatimeleyip Azrail’i imanının derecesince beklemesinde saklıdır. Ne demiş şair hem: “Eya güneş, bana aynı, cüceye aynı, deveye aynı mısın?/ Şavkıdıklarının cibiliyetine cinsine bakan güneş değil misin?/ Adımızı anamız koydu amma bağıran sen değil misin?/ Sultanın gözüyle benim gözüm bir midir şimdi?” Öyle ya, evinin duvarlarını çamurla sıvayanla evinin odalarında nazlı nazlı salınanın gözlerinin feri, ışığı bir midir? Birdir diyen yalancılar sultanıdır.

Yumruğunun içinde kan topağı olarak dünyaya teşrif etmişti hükümdar da. Denizaşırı memleketlere varmaya ramak kala kalbinde baş gösteren sekteler, bu işi yarıda bırakacağa benziyordu. En görkemli en becerikli oğlunu yanına çağırdı bir gün. Dedi: “Böyleyken böyle oğul, benim kalp ramazan davulundan beter bazen hızlanıyor bazen yavaşlıyor. Bize ahiretin yollarını açıyorlar galiba. Kendini hazırla.” Oğlu yüzüne yalandan endişeyi kondurdu. Gözleri doldu. “Allah uzun ömürler versin sultanım, öyle demeyin. Siz olmadan devletin hâli nice olur?” falan filan yalan. Aklı bâliğ olduğundan beri babasının kalbinin duruvermesini ne arzuluyordu oysaki? Herkesten sakladığı sandığı hislerini yenmiş tırnakları ve haris uzunca yüzü ele veriyordu. Validesinin bulduğu sultan kızlarına bakmıyor, az daha bekle valide diye uzatmaları oynatıyordu kadına. Yani az daha bekle, şu babamı bir uğurlayalım hele. Düğünü derneği sonra düşünürüz, diyordu âdeta.

En beceriksiz oğul ressamdı. Kâfir illerinden kendine hoca tutmuştu. Sabah akşam şehre hâkim tepede maiyetiyle birlikte durur, börtü böceğin cümle haşerâtın resmini yapardı. Eli yanlışlıkla bir çizik atıverecek olsa yanındakiler abartılı ifadelerle şehzadeyi överler, böylece resmin erken tamamlanması için gaz verirlerdi. Şehzade de şehzadelik gururundan olsa gerek ama elim çarptı da oldu demez, bu falanca akımın filanca moda çizgisi minvalinde bir ton saçmalık zırvalar, sanatın bazen anlaşılmaz kelimelerle dönen bir dalavere olduğunu ispat ederdi.

Hükümdar ressam oğlunu da çağırdı yanına bir gün. “Şöyle” dedi, “En iyi kaftanımı giyeyim, sarayı arkama alayım da bir resmimi yap. Ben gidiciyim evlat. Ağabeyine de dedim. Bari sen de beni şöyle iyice bir ölümsüzleştir.” Ressamın gözü gerçekten doldu. Dolmakla kalmadı, derin bir hüzne kapılıp çamaşırlarını rüzgâra kaptıran kadınlar gibi dört döndü hükümdarın etrafında. Bağıra bağıra ağladı. “Tabiplere görünün,” dedi. “Sizi nasıl kara topraklara koyarız?” dedi. “Sizi börtü böceğin yılanın çıyanın cümle haşerâtın ortasına, toprağa nasıl yuvarlarız? Sizi, o koskoca vücudunuzu hangi tabutlara sığdırır da size uygun o koca mezarı hangi mezarcıya kazdırırız? Olamaz olamaz bu, hayır izin veremem.” Hükümdarın yanında kıpırdamadan başı önünde duran soytarı, içinden dediğini sanarak: “Sanki sana soracaktı Azrail.” deyiverdi. Ressam soytarının bu lafını duyup öne doğru: “Ben şimdi sana gösteririm!” diye yekindiyse de yekinmesi gazının alınmasına yetti, durdu. Çünkü sanatçı kısmısının ruhu öyle hırgürü götürmezdi. Şimdi bu bastıbacağı dövse, yuvarlasa merdivenlerden. Kim bilir kaç melaikesi ölecekti. Değmezdi. “Yıkıl hadsiz!” demekle yetindi. Soytarı başı önünde ayrıldı oradan. Hükümdar: “Daha ölmedim, hele bunlar nasıl sözler? Ölümümü beklersin herhalde.” diye sanatçı şehzadeye çıkışınca şehzade gözyaşlarını silip babasının eteğine yapıştı: “Aman sultanım, ömrüm yolunuza fedadır. Perişan oldum. Af buyurun.” Eliyle çekil işareti yaptı hükümdar. Ressam şehzade geri geri çekilirken burnundan akanlarla yol çiziyordu.

Beklenilen oldu. Hükümdar yataklara düştü. İpek yatakta ölümünü bekleyen hükümdarın çevresindekilerden çıt çıkmıyordu. Sık sık su içiriliyor, tabipler kalbini dinleyip başları önde geri çekiliyorlardı. Şehzadelerin ikisi de babasının birer yanında hazırdaydı. Becerikli olanın başı mağrur, ağlayıp duran kardeşine kaş göz edip duruyordu sus diye. Sanatçılar laf dinlemez. Ressam şehzadenin sesi koca odayı dolduruyor, sarayın ihtişamlı salonlarından çıkıp mutfağa kadar varıyordu. Aşçılar: “Şu sümsük başımıza gelmesin de kim gelirse gelsin,” diye kepçelerle yemekleri aktara aktara karıştırıyorlardı. Bir kâse çorba hazır edildi, elden ele dolaşarak hükümdarın odasına geldi. Ama hükümdar iki kaşık içti, başka içmedi. Artan çorbayı mutfakta dolaşıp duran Zenci Ağa kafasına bir dikişte içiverdi. “Ben sultan olsam, hayatta ölmem. Şu çorbanın tadı dünyanın tekmil tatlarından güzel vallahi.” diyordu bir yandan da.

Artık hükümdarın gözünün ışığı söndü gibi oluyordu ki birden boşalttırdı tabip odayı. “Sultanın kalbinde bir hareketlenme var, boşaltın tez elden.” dedi. Endişeli güruh, gözleri arkada boşalttılar odayı. Şehzade ben çıkmam diye direttiyse de söz geçiremedi. Anası kolundan tutup götürdü. Tabipler baktılar ki hükümdar bir şey sayıklıyor. İyice eğildiler, ağzına kulaklarını götürdüler. Hükümdar odadan çıkın diyordu. Çıkın. Hasta da olsa gidici de olsa hükümdar hükümdardı. Boşalttılar odayı. Kimsecikler kalmadı.

Perde hareketlenmeye başladı. Bir şey vardı da sanki saklanmıştı. Hükümdar gözüyle takip etti. Bekledi bekledi. Yeşil kadifeden kıyafetiyle bir cüce peydah oluverdi. Odaya girdiğini görmüştü de millet doluşunca sesini kesmişti hükümdar. Cüce taklalar ata ata geldi hükümdarın yanına. Cebinden bir şişe çıkardı. “Aferin,” dedi. “Beni gördüğünü söylemedin. O yüzden şu dünyadaki saatine saat ekleyecek iksiri içmeyi hak ettin.” Hükümdar yattığı yerden fersiz elini şişeye uzattı. Cüce çekiverdi el çabukluğuyla şişeyi: “Karun kadar zengin hükümdarın bedavadan bir şey talebi, hele ki zaman talebi ne gülünçtür öyle değil mi ya? Bu şişeyle tam otuz günün daha olur. Ama beş bin altın karşılığında. Bir de ufak bir ricam daha olacak.” Hükümdar sorar gibi bakınca: “En sevdiğin kaftanını ve yüzüğünü de alırım.” dedi cüce. Hükümdar sevinçle kabul etti. Cüce geldi taklalar ata ata. Hükümdara iksiri içiriverdi.

Odanın dışında telaşlı bekleyenler, hükümdarın birden kapıyı açıvermesiyle küçük dillerini yutacaklardı az daha. Yetenekli şehzadenin yüzü düştü. Gitmişti gül gibi saltanat. Ressam şehzade birden kendini yere atıverdi bin şükür içinde. Zorla kaldırdılar. Hanım sultan da sevindi ama asaletinden belli etmedi. Hemen etrafını çevirdiler hükümdarın. Tabipler sağından solundan muayene etmeye çalıştılar. Gürültü aldı başını gidiyordu ki hükümdar öfkeyle kükredi: “Açım ben aç. Koşun sofrayı donatın, tantanayı kesin.” Sessizce ve hızla dağıldılar etrafından. Hükümdar hükümdar değil de Hulusi Kentmen’di sanki. Eli belinde odasına girdi. Baktı ki yeşil kadife kıyafetli buruşuk suratlı cüce yerinde yok. “Yoksa yok,” diye düşündü. “Daha bir ay daha buralardayım. Gün doğmadan neler doğar.” Neler doğardı? İnsanoğlunun buna adamakıllı bir cevabı yoktu. Bir afyondu bu söz. Uyuturdu.

Hükümdar tam bir ay sağlıkla dolaştı. Çalımlı çalımlı yürüdü sarayın içinde, bahçesinde. Neşesi yerindeydi. Bir ay dolmak üzereyken bahçenin köşesinde o cüceyi gördü yine. Ufacık parmağıyla gel işareti yapıyordu koca hükümdara. Farenin arkasına düşmüş fil gibi ilerledi hükümdar. “Eh,” dedi cüce. “Senin vakit tamam oluyor. Ne dersin? Biraz daha zaman satayım mı sana?” Hükümdar: “Ne malum?” dedi. “Belki de ölmem. Kendimi pek dinç hissediyorum.” Yüzünü buruşturdu cüce. “Öyle mi dersin? O günü hatırla bakalım. Bir aylıktı zamanın. Sen bilirsin. Hadi eyvallah.” diye tam ayrılıyordu ki bahçeden, hükümdar telaşla durdurdu cüceyi: “Tamam bir ay daha sat bana.” Cüce on bin altın ve odasındaki aynayı istedi hükümdardan. Hükümdar mecbur kabul etti.

Bir ay daha bir ay daha derken cüce her seferinde birçok ay sattı hükümdara. Hükümdar, kapana kıstırılmış fare gibi her seferinde satın aldı ayları. Her ay bir öncekinden daha maliyetliydi üstelik. Ay bitimi gelirken içine bir sıkıntı da çörekleniyordu hükümdarın. Yaşamak birinin eline bağlı olunca can sıkıcıydı. Hükümdar için bile olsa. Üstelik artık kim hükümdar, onu kestiremiyordu da.

Tam bir yıl böyle geçti. Tam bir yıl buruşuk suratlı cüce zaman sattı hükümdara. Yine ay bitimine yaklaşınca elinde şişesi geldi hükümdarın yanına. Kendinden emindi. Kurumluydu. Yüz bin altın ve oturduğun tahtın, derken umursamazdı. Hükümdar cüceye baktı baktı. Yüzünü en emin ifadesine bürüdü: “İstemez,” dedi. “Zaman maman istemez. Ben ki dört koca denizin, yüzlerce devletin, bilmem ne kadar halayığın hükümdarı. Bir yıldır iki büklüm ettin zaman satayım diye. Ya tez elden yıkıl karşımdan ya da seni ikiye biçtiririm de her parçan kuşbaşı kadar kalır önümde.” Cüce hiddetlendi, yerinde zıpladı ama elden ne gelir? Geldiği yerden kaybolup gitti.

Üç gün sonra hükümdar fenalaştı. Yine aynı kadro hasta yatağının başında toplandılar. Babasının yerine geçecek olan şehzade tabiplerin ağzını yokluyordu. Ressam şehzade dövünüp duruyordu. Gözleri buğulu, sanatçı sanatçı bakıyordu ufka. Hükümdar ayağından can çekildikçe bağları çözülmüş rahvan at gibi özgür hissediyordu kendini. İçten içe seviniyordu. Ama şimdi kabir nasıl olacaktı acaba? Koca devlet yönetti. İllaki haksızlık etmiştir. İllaki göz yumduğu dümenler vardır. Derken perde yeniden hareketlenmeye başladı. Yeşil kadifeden kıyafetiyle buruşuk suratlı cüce başını uzatıp göz kırptı hükümdara. Hükümdar başını çevirdi. Başını çevirdiği yerde belirdi cüce, şişeyi gösterdi. Eliyle odanın köşesindeki yeni aynayı gösterdi. Hükümdarın kafası karıştı o an. Bir aynaya bir cüceye baktı. Bir cüceye bir etrafındakilere baktı. Bir vücuduna bir pencereden dışarıya baktı.

Başıyla yıkıl işareti yaptı cüceye. Daha düzeltemeden tamamen yana düştü başı.

Cüce elindeki şişeyi bahçedeki gül fidanının dibine boşalttı. Gül fidanının dibindeki karıncalar kana kana içtiler iksiri.

Gül, kana kana içti.