Bu Asrın Mecnunu

Saliha Çolak

Bir saatlik tren yolculuğunun ardından Eskişehir’e vardım. Hava açıktı ve gökyüzündeki bulutlar tablodan fırlamışçasına güzeldi. Yoğun derslerin arasında babaannemin yanına gelip biraz soluklanmak iyi olacaktı.

Babaannem beş yıldır ,dedem öldüğünden beri, yalnız yaşar. Dört çocuğunun dördü de benimle yaşa demesine rağmen o, dedemle yıllarca yaşadığı evden çıkmayı kabul etmedi. Onun bu duruşu beni her zaman şaşırtır. Belindeki ağrılarına rağmen hiçbir yardımı kabul etmedi. Hepsi dedemin anılarından uzaklaşmamak için.

Aklımda bu olayları döndürürken eve yaklaşmıştım. Daha önce de gelmiştim ailemle ama bu kez yalnızdım. En son gelişimin üstünden bir yıl geçtiğinden bazı yerler yabancı gelmişti. Bir çiçekçi anımsadığımdan o sokaktan içeri döndüm ama bunun yanlış seçim olduğunu en başta anlayamadım. Yoldan saptığımı fark edince geldiğim yere dönmenin en mantıklı olcağını düşündüm. Dönüş yolunda beş dakika önce orada olmayan üstü başı perişan ve saçları iyice karışmış bir adam duruyordu. Ara sokakta ikimizden başka kimsenin olmayışı beni biraz korkuttu ama renk vermeden yanından geçmeye yeltendim. Bu hafif kambur ve özensiz adamı tam da arkamda bırakacaktım ki bir şey dediğini duydum. “Kırmızı şal çok yakışır.” Başta mırıldanır gibi dediği için anlayamadım dönüp biraz düşününce niyetinin kötü olabileceği içime kurt düşürdü. Ama aramızda pek de az sayılmayacak mesafe bulunan bu adam bana bakmıyordu bile. Önüne odaklanmış “Kırmızı şal çok yakışır” diyordu. Boğazıma doladığım kırmızı şalı elime alıp hızla oradan uzaklaştım.

Sonunda geldiğim sokağa döndüm ve hiçbir yere sapmadan dümdüz ilerledim. Asıl dönmem gereken çiçekçi dükkanını görünce taşlar yerine oturdu. Neyseki babaannemin evini bulmuştum.

Burası bir apartman dairesiydi. Dedemle ellili yaşlarında tüm çocukları evlendirip kendilerine ayrı bir hayat kurmak istediklerinde seçmişlerdi burayı. Yirmi yılı aşkındır burada yaşamışlardı ve dedem her yanı yaşanmışlık kokan bir ev bırakıp göçmüştü buralardan.

Zili çaldım ve kapı açıldı. Asansör yerine üçüncü kata yürümeyi tercih ettim. Çünkü her dairenin kapısından geçerken ayakkabılara bakıp apartmanın sosyokültürel yapısını anlamaya çalışmayı seviyordum. Sonunda kapısının önünde bir adet siyah terlik ve beyaz küçük puantiyeli siyah babet bulunan evin önündeydim. Ben daha merdivenin başında derin bir ‘hoh’ diyemeden kapı açıldı.

Babaannem beni “ooy yavrum gelmiş” adlı şiiriyle karşıladı. Şiir okunurken ben babannemin al yanaklarından üç kez öptüm, ona sarıldım, montumu çıkarttım ve içeri geçip oturdum.

Bu şiirin en sıkıcı yanı annenler nasıl kısmı. Her soruya “Evet o da iyi” demek yoruyor insanı. Ama babaannemin enerjisini hiç kaybetmemiş olması beni mutlu etti.

Üşenmeyip bana en nefis yemekleri yapmıştı. Evde sadece bir kişi kalmasına rağmen oldukça şen bir ortamdaydım. Bunun sebebi dışarıdaki insanların akşam telaşına karışık televizyonda açık olan kayıpları bulma programıydı. Ben eminim ki babaannem ben bugün o ara sokakta kaybolsaydım polisten önce bu sarı saçlı kadına giderdi.

İlk akşamım babaannemle bol sohbetli geçti. Eskişehir’e geldiğim için mutluydum. Uyumam için düzenlediği odaya geçtim ve Muhteşem bir uyku çektim.

Sabah uyandığımda üzerimde bir huzur vardı. Babaannemin yün yorganı tüm ortopedik yataklara bedeldi. İçeriden nefis kokular geliyordu. Canım babaannem uğraşıyordu yine.

Elimi yüzümü yıkadım ve salona geçtim. O sırada kapı çaldı. “Saat daha dokuz kim gelebilir ki?”

“Aç kuzum aç üst komşu Nurten benden ip alacaktı. O gelmiştir.”

Kapıyı Nurten görmek umuduyla açmıştım ama karşımdaki adamı görünce dehşete düştüm. Bu adam dün ara sokakta gördüğüm adamdı. Peki kapımızda ne işi olurdu bu adamın? Ben adama şaşkın şaşkın bakarken adamın “Kırmızı şal çok yakışır” demesiyle ne yaptığımı kestiremeden kapıyı kapattım. Babaannem bu sert kapatışı duyup geldi ve kimin geldiğini sordu. Benim korkmuş halimi görünce beni dürttü ve kapıyı açtı. “Aa Ömer sen mi geldin? Dur bekle getiriyorum yemeklerini.” Babaannem elinde bir kapla döndü ve adama uzattı. Ben anlamsızca bakarken babannem tüm tatlılığıyla bu kambur ve üstü başı özensiz adamı uğurladı.

Babaannem başımdaki soru işaretlerini görmüş olacak ki “Mahallenin mecnunudur Ömer. Arada kapımızı çalar biz de yemek veririz. Kimseye bir zararı olmaz. Zaten tüm zararı da kendisi çekmiş gariban.”

Kahvaltı sofrasına oturduğumuzda babaanneme dün ara sokakta yaşadığım şeyi anlattım. Şalıma söylediğinin aynısını bugün de söylemişti. Babaanem beni sakin sakin dinledi ve “O senin şalı görmemiştir bile. Hep bu cümleyi söyler. “

“Babaanne kurban olayım bu nasıl iş. Adam mecnun diyorsunuz, aynı cümleyi söylüyor sizden yemek istiyor. Hiç mi şüphelenmiyorsunuz olur da bir gün bize zarar verir diye?”

“Onun içinde öyle bir ateş yanmış da sönmüş ki o verecek olduğu tüm zararı kendisine vermiş.”

Kahvaltı sofrasını beraberce topladık ve balkona çıktık. Babaannemin bana anlatması gereken bir şeyler olduğu belliydi.

“Bak evladım bu avarenin ismi Ömer. Otuz yaşını geçeli olmuş biraz. Bundan birkaç yıl önce bu mahalleye bir öğretmen atanmıştı. Adı Füsun. O kadar güzel bir hanımdı ki Ömer de bu hanıma vurulmuş.

Anası babası doksan dokuz depreminde vefat etmiş Ömer’in. Burada bir dayısı varmış. Ömer’i almış lokantasında çalıştırmış, yanında büyütmüş. Liseyi burada bitirmiş ama üniversiteye gitmemiş. Mahalle eşrafı onun hep mimar olmak istediğini söylüyor da doğru mu bilmiyorum. Ömer’in dayısı vefat etmiş kanserden. Ömer lokantayı işletiyordu işte bu mahallede. Biz buraya ilk geldiğimiz yıllar dayısını görürdük tabi ama pek tanışmazdık. Asıl tanışmamız Ömer’le olmuştur.

Ömer iyi çocuktu ama bi kusuru vardı. O da Füsun öğretmene âşık olmasıydı. Aşk kötü şey mi? Değil elbet. İnsan fark etmez de gönlü birine bağlanır. Ömer’e de ondan olmuş işte.

Ama Ömer bir türlü hislerini öğretmene söyleyemedi. Onun her sabah sekizde lokantanın önünde Füsun’un geçmesini beklediğini tüm mahalle bilirdi ama bir o öğretmen bilmezdi. Ahh o Füsun öğretmen! O kadar güzel bir hanımefendiydi ki! Boynunda bir kırmızı şal olurdu. Al yanağıyla çok uyumlu…

Biz Ömer’in aşkını pek hafife almışız. Oğlan bir süre yataklara düştü. Kahveden adamlar refakat etti. Arkadaşı da yok Ömer’in. Meğer bu Ömer geceleri Füsun öğretmenin kapısına kadar gidermiş. Ama tek kelime edemez dönermiş. Bir gece yine tam varmış kapısına ne görsün! Takım elbiseli bir bey Füsun’la beraber. Elinde çiçek var hem de gül. Ömer dayanamamış tabii düşmüş yataklara.

Bu hikayenin geri kalanı “asla Ömer yapmaz” dediğimiz türden. Ama insan şuuru bir kaybetti mi gerisi geliyor. Bu Ömer geceleri gezerken kavgalara karışmış, kendini tefecinin elinde bulmuş. Zor zamanlar geçirmiş biz de fark edemedik yazık bize. Doktora gitmiş en sonunda. Çünkü Füsun öğretmen nişanlandı ama Ömer istemsizce yine geceleri çıkar aynı yoldan gider bekler olmuş. Delilik insana hemen vurmaz yavaş yavaş vurur demek ki. Doktor ilaçlar vermiş olmamış tabii. En son Ömer tefecilerden yardım istemiş. O tefeciler mahvetti adamı. Ömer’e ne dediler bilinmez. Bir doktor bulmuşlar işte anlarsın ya tefeci doktoru. Oğlanın beynini açıp içinde nöro-o

“Nöron mu babaanne?”

Hah ondan işte evladım. Oğlanın beyninden onları kesmişler. Ah çilekeş, garip, yetim Ömer. Buna nasıl olur da izin verir? Biz Ömer’i uzun süre görmedik. Mahalleli de şüphelendi ve aradı ama bir sonuç bulamadılar. O kör olasıca adamlar nasıl gizledilerse olayı…

Tabi böyle bitmedi. Ömer bir gün çıktı geldi. Bazı şeyleri unutmuştu ve konuşurken sıkıntı yaşıyordu. Ama yine onu gece Füsun öğretmenin evinin etrafında görmüşler. Ömer bir gün kayboldu ve iki ay göremedik. Bu sefer oğlanın kafasından o kabloları tam kesmişler ya kızım!

Oğlan bir gün geldi ama olmuş mecnun. Mahalle el birliğiyle doktorlara götürdük ama nafile. Artık çok geçmiş. Beyni sadece yemek yemeye izin veriyor, bazı şeyleri anlayabiliyor ve çok az cümle kurduruyor. Ömer hepimizin kanayan yarası. Ona sahip çıkamadık. Şimdi kapımıza gelip bir isteği olursa veriyoruz vicdanımız biraz olsun rahatlar diye.”

O kadar şaşkındım ki. Kambur ve özensiz bir adamdan nasıl olur da böyle bir hikaye çıkardı? Ömer’in sürüklendiği çukurdaydım. Bir kırmızı şal hiç bu kadar anlamlı olmamıştı.

“Peki ya Füsun öğretmene ne oldu? Bu olaylardan haberi var mı?”

“Yok be kızım. O Ömer’i tanımaz bile. Bir gün, Ömer aklını yitirdikten sonra, onu dilenci sanıp para vermeye bile kalkışmış. Öyle garip dünyadayız ki bizim uğruna ölüp bittiğimiz insanlar için aslında yokuz bile.

Füsun öğretmen mâşuk olduğunu bilemeden gitti. O takım elbiseli beyefendiyle evlendi ve tayin istedi. “

Soluksuz dinlemiştim. Babaannem anlattı ben üzüldüm. Ömer için içimde bir yerlerin sızladığını hissedebiliyordum. Sorguladım uzunca bir süre. Böyle mi olması gerekiyordu? Başka çıkış yolu olamaz mıydı? Seni tanımayan bir insan için aklını yitirmen doğru muydu? Sonra kızdım kendime. Bunun doğruluğunu düşünmek benim ne haddime. Ömer bu hikayede mecnun olabilmiş. Bense sadece basit bir dinleyiciyim.

Üç gün daha babaannemle kaldım. Son gün trene yetişmek için babaannemle vedalaşıp aceleyle çıktım. Sokağın sonuna varacaktım ki Ömer bir anda karşımda belirdi. Onu, hikayesini dinledikten sonra ilk kez görmüştüm. Birkaç gün önce hikayesini dinlediğim adamı istemsizce yakından görmek istedim. Adımlarım Ömer’e doğru kaydı. Yaklaştıkça başındaki dikiş izlerini görebilmiştim. Gözleri yere bakarken “Kırmızı şal çok yakışır.” Dedi. Elim boynuma gitti. Şalımı çıkarıp boynuna doladım. Bu şal bende emanetti sanki. Sahibini o an bulmuştu. “Kırmızı şal sana daha çok yakışır.” dedim. Kaçırmamam gereken tren aklıma geldi ve hızlıca dönüp yola koyuldum. Biraz yürüyünce arkama döndüm. Ömer bana bakıp gülüyordu.

O bu asrın mecnunuydu. Ailesinden göremediği sevgiyi bir kadında aramış onu da bulamamıştı.

Hikayeyi ilk dinlediğimde Ömer’i bir çukurda sanmıştım. Meğerse çukurda olan bizlermişiz. Çukurdan çıkmaksa birkaç kablonun kopmasına bağlı.