Annem gözlerimin karasının geceden de kara olduğunu söylerdi. Dizlerine yatırdığı akşamlarda saçımın arasında gezinen elleri, böyle ipeksi bir varlık gezer gibi hissettirirdi. Güzel sesiyle söylediği gurbet şarkılarını odanın içine resmederdi benim annem. Kalbime resmederdi. Büyüyünce dönüşeceğim delikanlıyı anlatırdı sonra. Uzunca boylu olacaktım. Kapılardan eğilerek geçecektim. Saçlarım omuzlarımda olacaktı. Sahabelerin saçlarını hep böyle hayal ederdim. “Anne saçlarım sahabe efendilerimizin saçları gibi mi olacak yani?” diye sorduğumda gülümser, “Tabii,” derdi. “Huyun da saçların da onlara benzeyecek.” Annemin ne güzel duaları vardı.
Babam uzak kasabaların birinde inşaatta çalışırdı. Uzunca süre eve gelemezdi. Döndüğünde elleri öyle nasırlı olurdu ki. Annem şifalı yağlarla ovarken üzüntüyle: “Ellerinin hakkını nasıl öderiz Hasan?” derdi. Babam babaların o yayvan, güvenli, usul gülümseyişiyle güler: “Bu eller size hizmet için yaratıldı Amine.” derdi. “Ne hakkı?” Babamın ellerine hizmetkârlarmış gibi bakardım. Parmaklar sanki buyrun efendim diyormuş gibi hayal ederdim. Onlar konuşurken kendi kendime kıkırdayıp dururdum.
Babam yine uzaklardayken annemle çarşıya inmiştik bir gün. Çarşıda dolaşırken kocaman çirkin bir yaratık, sopasını etrafa savura savura dolaşıyordu. Kocaman çirkin ve pis. Çarşımızda bunlardan çok olurdu. Annem onları her uzaktan gördüğünde şeytanlar, diye sinirlenir; göz hizama kadar eğilip: “Bak yavrum, bunların yanından geçerken gözlerine bakmayacaksın. Bakarsan seni sinirlendirirler. Sen sinirlenirsen ben çok üzülürüm.” derdi. “Çarşıyı çıkana kadar ben sana işaret verene kadar bunlara bakmak yok.” diye tembihlerdi her seferinde. Sinirlensem ne olur ki anne, demezdim hiç. Anneme itaat ederdim. Onu seviyordum çünkü. Annemin üstüme nasıl titrediğini anlayabiliyordum. Gözlerime bakarken kalbime bakar gibi oluyordu.
İşte bu canavarları görünce annem bana bakışını attı, ben de anladım. Kafamı hınçla aşağı çevirdim. Göz ucuyla anneme baktım. O, güzel başı yukarıda kaşları çatık mağrur geçiyordu canavarların yanından. Bu yürüyüşlerde öğrendiğim alfabeyle onlara hakaretler savuruyordum. Yere iki kere hafifçe pat pat. Çok çirkinsiniz. Bir kere kısa. Bir kere daha kısa. Bu, Allah sizin bu sopalarınızdan bizi koruyacak. Yere bir kere sert. Biraz ilerleyince bir kere daha sert. Sizden korkmuyorum, annemi dinliyorum.
Anneme anlatmıştım bunların ne demek olduğunu. Arkadaşım Ömer’den öğrenmiştim. O da babasından öğrenmişti. “Mors alfabesine göre kızıyorum onlara anne,” demiştim. “Bu ahmaklar onu bilemez ki. Ama ben biliyorum. Bir dahaki sefere yanlarından geçtiğimizde onlara ne söylememi istiyorsan söyle, ayaklarımla derslerini vereyim.” Annem sevinmişti. “O zaman şöyle söyle onlara.” demişti. “Muhakkak ki Allah bizimledir.” Düşündüm. Biraz zorlanabilirdim ama deneyecektim. Onlar zaten bilmediğinden eksik de söylesem bir şey fark etmezdi. Ben diyeceğimi içimden dedikten sonra.
Evde çalıştım çalıştım. Ömer’in yanına gittim sonra. “Bak bakalım Ömer, ne dediğimi anlayacak mısın?” dedim. Yürüdüm durdum durdum bir uzuuun atladım. Ömer, iri gözlerini ve ağzını açmış, öylece bakıyordu bana. Bir aralık ağzından yutmayı unuttuğu tükürükleri de akmaya başladı. “Kapat şu ağzını artık Ömer kapat!” diye bağırmak zorunda kaldım. Ömer ağzını apar topar kapatıp kafasını kaşıdı: “Buldum sanırım ama biraz hatalı gibi.” dedi. “Şöyle dedin: Muhakaaak k Allah bizimledir. İşte bak böyle. Ama ben ne dediğini anladım merak etme.” “Anlarsın tabii.” dedim “Senin adın Ömer, anlarsın. Ama onlar canavar. Ve kulakları da kir dolu. Anlamaları için doğruca yazmam lazım. Gerçi o zaman da anlamazlar ya.” Akşama kadar çalıştık Ömer’le. Artık bırak bunu demeyi annem ne isterse bağırırdım onlara. Aptallar. Nereden bileceklerdi öyle değil mi?
Artık çarşıdan geçmeye hazırdım. Gerçi çarşıya gerek de yoktu. Her köşeden bu ağzı salyalı pis kokulu canavarlar çıkıp duruyorlardı. Halime teyze, alt komşumuz olur, Halime teyze bir seferinde bunların lain olduğunu söyledi. Anlamadığım şeylerde hemen annemin yüzüne bakıyordum. “Yani lanetlenmiş oğlum,” dedi. “Allah’ın rızasından kovulmuş şeytana benzerler.” Ömer’in yanına koştum. “Bak bakalım Ömer,” dedim. “Bakalım şimdi ne dediğimi anlayabilecek misin?” Ömer yine koca iri gözlerini ve ağzını iyice açtı. “ Muhakkak ki Allah bizimledir. Sizinle olan şeytandır. Onun gibi lainsiniz.” Gururla baktım Ömer’e. Ağzının suyunu yutarken “Sen beni de geçtin demek haaa! Neredeyse kitap yazacaksın.” diyerek sevinçle üstüme atladı. Aslında ne güzel fikir vermişti Ömer. Bununla sokaklarımıza kitabımızı yazacaktım.
Annem beni ara sıra ekmek almaya da yolluyordu. Bunu başaracak bacak boyuna sahiptim ne de olsa. Sıkıca iyice tembihliyordu her seferinde. Yok arabalar yok yabancılar yok canavarlar. Onu üzmemek için güzelce dinliyordum. Kara üzüm gibi gözlerimi ona dikip onaylıyordum ki üzülmesin. Annem yüzüne tüm çiçekleri yerleştirip hizama eğilip öpüyordu o zaman. Anneme aşağıdan baktığımdan çok zavallı görünüyor olmalıydım. Gözlerim gecenin karasından da karaydı.
İşte o günlerin birinde baktım dört bir yanda bu lainler. Halime teyze gibi içimden dişlerimi sıkarak lainler dedim. Yanlarından uzun atlamalar bir zıplayıp bir durmalarla geçtim. Uzuuun bazen kısa. Bazen bir daha aynısından. O kadar cahillerdi ki “Sizi gidi lainler. Allah sizi sevmiyor.” yazdığımı anlamadılar. Sadece içlerinden birkaçı homurdandı, bu bedevi çocuk deli galiba diye. İşte o zaman da “deli değilim ama siz de akıllı sayılmazsınız.” yazdım. İşte böyle. Uzuuunca iki kere zıplama. Bir zıplama bekleme bir daha bir daha. Sokağımıza onlarla geçtiğim dalgaları yazdım. Sokağımıza babamın ne kadar güçlü ve nasırlı ellerinin olduğunu yazdım. Şöyle karşılarına geçse sopalarını bırakıp arkalarına bile bakmadan kaçacaklarını. Allah’ın büyüklüğünü yazdım. Bir gün buradan kaybolduklarında sevinçle okuyacaktım babama yazdıklarımı. Sokaklara gözlerimin geceden de kara olduğunu annemin onlara bakınca kalbimi bile gördüğünü. Ama onu ben okursam anlayacaklardı. Ömer’i de yanıma alıp sokağın tüm çocuklarına yazdığım komik şeyleri de okuyacaktım. Söyledim zaten. Gözlerim zeytinlerden bile karaydı. Adımsa şöyle yazılıyordu:nokta nokta nokta nokta nefeslen nokta çizgi nefeslen çizgi çizgi nefeslen çizgi çizgi nokta nokta evet yine nefeslen nokta çizgi.
Sonraki günlerde yani babamın daha eve dönmediği günlerin birinde. Tam yine ekmek almaya evden çıkacağım günlerin birinde. Kocaman bir gürültü koptu evimizin tepesinde. Anneme baktım. Beni yere çömeltip dışarı bakmaya koştu. Tam hızla yanıma geliyordu ki. Evimiz ufalandı parçalandı. Annem gözümün önünden yok oldu. Dünya hafifi evimiz şimdi o kadar ağırdı ki. Güneşten bile aydınlık yuvamız o kadar karanlıktı ki. Gözlerimden bile karanlıktı.
Rüya gördüm sonra. Baktım babam geliyor sokağın köşesinden. Elinde kahverengi bavulu var. İçinde kim bilir neler var. Ben uyuyormuşum ama. Sesleniyor: Oğlum oğlum orada mısın? Gözümü açıyorum o zaman buradayım baba diye ellerimi uzatmak istiyorum ama uzatamıyorum. Sıkışmışım. Beton kokuyor sonra. Evimiz gibi kokmuyor. Uyandım derken. Baktım sıkışmam gerçekmiş. Kıpırdayamıyordum. Anne diye seslendim ama sesim sanki öte gitmedi.
Anladım. Evimiz parçalanmıştı. Olsun. Babamın elleri kocaman ve nasırlıydı, söylemiştim. Çıkarırdı Hamza’sını buradan. Adımı bulmuş muydunuz bari? Beklemeliydim. Bekledim bekledim bekledim. Tıkırtılar duydum sonra. Kulağımı dayadım kırık beton parçasına anlamaya çalıştım. Ömer’in sesini işittim derken. Elimle tık tık tık uzuun tık tık tık tık kısaa vurdum. Anlamış mıdır? Bilemedim.
Acıkmıştım, zor nefes alıyordum. Annem bana zorlanınca okumam gerekenleri öğretmişti onunla uyuduğumuz gecelerde. Hepsini okudum. Uyudum sonra. Tıkırtılar karanlık karanlık. Gözlerimden de karanlık.
Tık tık tık. Hamza geldik Hamza. Tık tık. Buradayım Hamza. Tık tık uzuuuun tık. Kocaman nasırlı ellerim ve ben. Tık tık tık tık. Canavarlar sopalarını da alıp gittiler Hamza. Tık tık tık. Yazılarını okudum, ne komik şeyler de yazmışsın. Ömer koca ağzıyla okurken yerlere yattı. Tık tık tık. Bakayım saçların kum mu olmuş?
Buradan çıkıp babama tüm sokağa çarşıya yazdıklarımı okuyacaktım ama benden önce okumuş bile. Üzüldüm. Olsun. Gülmüş yazdıklarıma. Hem kara gözlü hem komik bir Hamza’yım ben. Geri kalanını okurum olsun.
Tıkırtılar kesildi. Başka bir ses başladı. Yorgun kulağımı betona dayadım. Duymaya çalıştım. Ömer yeni bir ses mi bulmuştu acaba? Hayır yağmur sesiydi bu. Babamla bir gün Halil amcamın dükkânından dönerken yağmura yakalanmıştık. Üstümü başımı sarmaya kalkınca itiraz etmiştim. “Islanmak hoşuma gidiyor babacığım.” deyince o da açmıştı kafasını. Saçları yüzüne yapışmıştı sonra. Komik olmuştu. “Dağ sıçanlarına çevirdin bizi.” diye saçımı karıştırınca ben daha çok komik olmuştum. “Annem yağmurun Allah’ın yanından yeni geldiğini söylüyor. Yeni geliyorsa yeni haberleri var demek değil midir baba?” deyiverince babamın fal taşı gibi açılan gözlerinden yaşlar süzülüvermişti. Sıkıca sarılmıştık yolun ortasında.
Dinledim yağmurun sesini. Tıp tıp tıp tıp. Kısa kısa kısa. Tıp tıp tıp. Uzun kısa kısa. Dinledikçe gülümsedim. Kimse görmedi güldüğümü. Güldükçe daha iyi nefes alabildim. Başımı salladım sonra. Yağmur ne güzel şeyler söylüyordu. Tıp tıp tıp tıp. Gözlerimi açıp kapattım. Anladım anladım demekti bu. Tıp tıp tıp. Ellerimi uzattım. Tıp tıp tıp. Şimdi kime söylesem bunları Allah’ım? En iyisi şuraya yazmalı. Kısa kısa kısa uzun uzun uzun. Kısa kısa kısa uzun kısa kısa.
Yoruldum yazmaktan Allah’ım. Olsun. Yağmuru, sokağımızı, Ömer’i ve diğer arkadaşlarımı, annemi ve babamı. Seni çok seviyorum Allah’ım. Tıp tıp tıp.