Sizi onunla temizlemek, şeytanın pisliğini üzerinizden gidermek, cesaretinizi arttırmak ve o sayede ayaklarınızı yere sağlam bastırmak için gökten üzerinize su indiriyordu. (Enfal sr. 11)
Oldum olası umutluyum ben. Oldum olası kırılır umutlarım. Her şeye anlam yüklerim oldum olası. Penceremden giren aya, altını çizdiğim cümlelere, göz kırpan yıldıza, gülen gözlere… Ve yüklediğim her anlam yitirilir, oldum olası. Olsun. Yitirilen her anlam bulunur bir yerlerde. Arının vızıltısında, çocuğun agulamasında, yaprağın hışırtısında, karıncanın ayak sesinde, rüzgârın uğultusunda… Elbet bulunur. Fakat yağmurun tıpırtısında bulunan anlam benzemez hiçbirisine. Yağmurun tıpırtısı neler anlatır bir bilseniz. Duysanız bilirsiniz. Dinleseniz duyarsınız aslında.
Çocuktum. Küçüktüm. Arkadaşlarımla saklambaç oynuyorduk. Seviyordum arkadaşlarımı. Beni oyuna aldıkları için mutluydum. Çünkü çoğu zaman almazlardı. O cansız, oynayamıyor, derlerdi. O gün demediler. Ebe olacaksın dediler. 200’e kadar say. Ben 50’ye kadar sayabiliyorum, dedim. Kahkahalar atarak güldüler. Gerizekâlı, dediler bana. Arkadaşlığa yüklediğim anlamı orada yitirdim. Arkadaşlardan bir tanesi sırtıma vurarak dört kere 50’ye kadar say, dedi. Güttim duvara. Başladım saymaya. Dört kere elli deyince önüm arkam sağım solum, saklanmayan ebe deyip aramaya başladım. Nerelere bakacağımı bilmiyordum. Saklansam nereye saklanırdım, bilmiyordum. Bir arı geldi yanıma. Vız. Vız. Vız. Vız vız. Vız vız vızvızzzz. Arının vızlarını anlıyordum. Bana herkesin saklandığı yerleri söylüyordu. Büşra duvarın arkasında, Talha kapıcının balkonunda, Samet Selma teyzenin yere serdiği yünlerin altında… Vızzz… Hepsini sobeledim bir bir. Bir daha da oynamadım onlarla. Arılarla arkadaş oldum.
Annemin öldüğünü bir karıncanın ayak sesinden öğrendim. Arılarla çiçek yakalamaca oynuyorduk, bir karınca geldi. Pıt pıt geldi yanıma. Pıt pııt pıııııtt, dedi ayak sesleri. Yani annen öldü koş, dedi. Koştum. Koştum. Ama eve gidemedim. Koştum. Şehrin çıkışına kadar koştum. Sonra düştüm. Dizim kanadı. Anne dizim çok acıyor, diye ağladım. Bir karınca daha geldi yanıma. Pıt pııt pıııııtt. Geri döndüm. Koşamadım bu sefer. Eve gittim. Evde tanıdığım ve tanımadığım bir sürü insan vardı. Adamlar ve kadınlar. Babam bana baktı. Boş gözlerle. Anneannem boynuma sarıldı ağıtlar yakarak. Halam beni mutfağa götürdü. Çorba koydu önüme. Annen artık gelemeyecek, dedi. Öldüğünü biliyorum, karıncanın ayak sesleri söyledi bana, dedim. Halam arkasını döndü. Gözlerini silerek uzaklaştı mutfaktan. Sonra bir kelebek kondu omzuma. Antenlerini birbirine sürttü fıtı fıtı fıtı, diye. Yani üzülme yavrucağım ben hep seninleyim, annenin ruhuyum ben, dedi. Hemen tuttum kelebeği, cüzdanımın içine, annemin vesikalığının üstüne koydum. O hep benimle.
Babam başka bir kadınla evlendikten bir hafta sonra beni yetiştirme yurduna götürdüler. Benimle birlikte yurda bir de bebek getirilmişti o gün. Bebeğin agularından ne demek istediğini anladım. İnsanların kalplerini ve zihinlerini okuyor, yüzlerine vuruyordu. Ama kimse anlamıyor, duymuyordu. Kendisini seviyormuş gibi yapan yurt müdürüne agu agu agu agu agu dedi. Yani hadi len oradan beni atacaksın bir köşeye, bir daha yüzüme bakmayacaksın, sevme beni diyordu. Gülümseyerek kucağına alan yurt görevlisi kadına, aguuu agu aaguu dedi. Yani küfretme ulan sensin o dediğin, dedi. Duramadı devam etti aggguuuu aaagguu aguuu aguu: tabii bakacaksın bana. Senin işin ne oğlum. Buraya kim gelirse gelsin, kaç kişi olursak olalım bakacaksın bize. İlgileneceksin. Seveceksin. Niye para veriyorlar ulan sana dedi. Görevli, aman da aman seni arkadaşlarının yanına götürelim mi, diyerek bebekler bölümüne götürdü onu. O günden sonra bir daha görmedim. Merak da etmedim. Anası babası merak etsin ben niye ediyorum.
Başka bir görevli de benim elimi tuttu arkadaşlarının yanına gidelim, diyerek. Babam bana sarılmak istedi. Ben görevlinin eline yapıştım. Bakmadım babama. Bana sarılmasın diye. Görevli beni bir odaya götürdü. Odada benim gibi beş tane çocuk vardı. Alaylı bakışlarının altındaki acıyan gözleriyle bana bakıyorlardı. Görevlinin gösterdiği pencere kenarındaki yatağa oturdum. Fena bir rüzgâr vardı dışarıda. Ağaçlar sökülecek gibi sallanıyorlardı. Rüzgâr vuuuu vuuuvvvv vuvvvvv vuuuuuvvvv diyordu. Odadaki çocuklar da bir şeyler diyorlardı. Ama onları duymuyordum. Vuuu vuuuvvvv vuuuuuuvvv. Rüzgâr bana şarkı söylüyordu. Şarkının sözlerini hatırlamıyorum ama umutlu bir şeylerdi. Umut. Uumuuut. Umuuutluuuu. Umutlar. Umut. Hatırlayamıyorum işte, öyle bir şeylerdi. Kalktım dans etmeye başladım. Cüzdanımdan annemin ruhu kelebeği de çıkardım. Kupkuru olmuştu. Öptüm onu. Birlikte dans ettik, rüzgârın şarkısıyla. Sonra çocuklar yanıma geldi. İttiler beni. İtip düşürdüler. Cüzdanımı aldılar elimden. İçindeki paraları paylaştılar. Babamın hazırladığı el çantamdaki kıyafetlerimi de.
O günden sonra insanları duymamaya başladım. Yalnızca anlamlı sesleri duyuyordum. Yani arı vızıltısı, kanat pıtırtısı, karınca pıt pıtı, kelebek fıtı fıtısı, rüzgâr vuvlaması… Hepsini anlıyordum. Bir yağmuru anlayamıyordum. Ne diyordu tıpır tıpır yere düşerken, cama vururken, toprağı okşarken, gülü öperken? Ne diyordu bir dilberin kirpiğine değerken? Her yağmur yağdığında dışarı atıyordum kendimi. Dinliyordum dinliyordum dinliyordum. Ama anlayamıyordum. Kulağımı tutuyordum, göğsümü geriyordum, kalbimi açıyordum yağmura ama o, bana ser veriyor, sır vermiyordu. Arılara sordum, yapraklara, kuşlara, kuşların kanatlarına, karıncaların ayaklarına, kelebeklerin antenlerine sordum. Bilmiyorlardı yağmurun ne söylediğini. Rüzgâra sordum lafı değiştirdi. Bulutlara sordum gözlerini kaçırdı. Bulamadım. Anlayamadım.
İnsanları dinlemiyorum diye sağır sandılar beni. İlkokulu sağırlar okulunda okudum. Liseyi dışarıdan bitirdim. Memur olarak bir devlet kurumunda işe yerleştirdiler beni. Bilgisayar başında form doldurmalı, dosya getirip götürmeli bir iş. Maaşım iyi. Ev tuttum kendime. Sağırım diye kimseyle muhatap olmuyorum. Kimse de benimle olmuyor. Cüzdanımda annemin ruhu kelebek ve ben mutsuz ama umutlu yaşıyoruz. Çünkü rüzgâr umut şarkıları söylemeye devam ediyor. Çünkü arılar aradıklarımın yerini göstermeye devam ediyor. Her üzüldüğümde kelebekler omzumu sıvazlamaya, seninleyiz demeye, kanat sesleri güzel günler muştulamaya, karıncalar acıların üstüne koşmamı, bu şekilde acıları korkutmamı salık vermeye devam ediyor.
Bir gün iş çıkışı bir arı geldi yanıma vızzz vıııızz vız vızzz, dedi. Yani ne zamandır çiçek kovalamaca oynamıyoruz, dedi. Hafta sonu için buluşma yeri ayarladık, ayrıldık. Hafta sonu arının dediği yere gittim. Yorulana kadar çiçek kapmaca oynadık. Oyunun sonunda bana bir ağaç kovuğunda sakladıkları balı hediye ettiler. Acıkmıştım da. Yanımda götürdüğüm ekmeğe sürdüm ve yedim balı. Yere düşen ekmek kırıntılarını karıncalara bıraktım. O sırada karıncalardan bir tanesi yanıma yaklaştı pıt pıt pıt pııt, dedi. Yani sana yaklaşmakta olan bir acı var kaçma, dedi ve devam etti pııııt pııııııııttt. Yani acılar öğretir, dedi. Yağmur yağmaya başladı birden. Karıncalar ve arılar kaçtı. Yağmur tıpır tıpır iniyordu. Yüzümü yağmura döndüm. Kollarımı açtım, gönlümü verdim yağmura. Rüzgâr da şarkısıyla eşlik ediyordu. Dans ettim yağmurla. Sonra rüzgâr sustu. Zaman durdu. Sadece yağmur. Tıpır tıpır tıpır tıpır… Artık anlıyordum. HUZUR diyordu. Huzurun yerini şeklini anlatıyordu. Tıpır tıpır tıpır tıpır tıpır. Şekli yoktur huzurun, girdiği kalbin şeklini alır, diyordu. Tıpır tıpır tıpır tıpır: Öte diyarda, dağların tepesinde, bulutların içinde, korkunun ardında, sevmenin dibinde, sevilmenin yüzeyinde, secdede, Mescid-i Haram’da, Mescid-i Aksa’da, çocukların gülüşünde, zalimlerin kanında, diyordu.
Söylediklerini zihnime kalbime işliyordum. Yağmur tıpırdadıkça içim huzurla taşıyordu. O esnada bir el dokundu omzuma. O zamana kadar kapalı olduğunu fark etmediğim gözlerimi açtım. Yağmur sustu. Karşımda bir güzel. Kara kaşları çatık ama güzel dudakları gülümsüyor. Ateş saçan gözleri yağmuru dindiriyor. Saçları rüzgâr gibi şarkı söylüyor. Ayaklarımın dibinden bir karıncanın ayak sesi pıt pııt, diyor. Yani acı, geldi çattı, diyor. Güzel, dudaklarını aralıyor merhaba, diyor. Uzun zaman sonra ilk defa insan sesi duyuyorum. Bir arı geliyor, güzelle aramıza giriyor. Arıyı duymuyorum. Merhaba, diyorum güzele. Güzel, gülümsüyor ve gidiyor. Gitmiyor, kaçıyor. Kaçmıyor, kayboluyor. Arılara soruyorum. Arılar vızıldıyor, anlamıyorum. Rüzgar esiyor, şarkısını duyamıyorum. Yağmur yeniden yağıyor. Tıpır tıpır tıpır. Ne söylüyor? Yavaş yavaş siliniyor anlattıkları. Zalimlerin kanı…, çocukların gülüş…, Mescid-i Aks…, Mescid-i Har…, secd…, sevilmenin yüzey…, sevmenin dib…, korkunun ard…, bulutların iç…, dağların tep…, öte diy…. HUZ…. Tıpır tıpır tıpır tıpır.
Hepsi silindi. Yalnızca tıpırtısı kaldı yağmurun.