Savaş yıkımdı. Sadece şehirleri değil; umutları, hayalleri, sevinçleri de yerle bir eden bir yıkımdı. Savaş acımasızdı. Yaşlı, kadın, çocuk demeden masumların canlarına kast eden acımasızdı. Savaş kan ve gözyaşıydı. Büyüdüğünde asker olmak isteyen oğlanların daha büyüyemeden asker olmasıydı. Küçük kız çocuklarının sulu boyalarla üstlerini kirletmesine müsaade vermeden kırmızılara boyayan bir kâtildi. Barış ise bu dünyaya uğramayan tek şeydi.
Benim bir ailem yoktu. Beni devletim büyüttü. Ve şimdi devletime olan borcumu ödüyordum. Savaşın kalbine göndermişlerdi beni ama öyle alelade bir görev için değil. Düşman istihbaratının içine sızıp ajanlık yapmam için. Bu benim için çok zordu. Mesela bazen kazandıkları zaferler için kutlama yapıyorlardı. Orada hepsini kurşuna dizmemek için kendimi zor tutuyordum. Masum bebek cesetleri üzerinden eğleniyorlardı. Onlar gibi görünmek çok zordu. Ama bu zorluklar için eğitilmiştim. Dövüş sporlarının çoğunu öğrenmiştim. Bir çilingirden daha iyi çilingirci, bir dağcıdan daha iyi dağcıydım. Yedi dil biliyordum. Bunun haricinde mors kodunu da öğrenmiştim. Ülkemde benimle irtibata geçmek isteyen mors koduyla irtibata geçiyordu.
Küçük bir telefon kullanıyordum. Düşman istihbaratına girmeden önce her şeyimizi incelemişlerdi. Ve bize kendi icatları olan telefonları vermişlerdi. Ve böylelikle bizim her şeyimizi dinliyorlardı. Üzerimizde çipler ve daha nicesi vardı. Her şeyimize hükmetmişlerdi ama bir tek beynimize, düşüncelerimize hükmedememişlerdi. Ülkem bana mesajları ise bizzat benimle konuşarak yolluyordu. Sözde Rus olan arkadaşımla sözde bir telefon konuşması yapıyorduk çoğu zaman ve havadan, sudan bahsediyorduk. Fakat onun arkasından gelen manyetik cılız bir ses bana olan biten ve yapmam gereken her şeyi anlatıyordu. Mors koduyla yapıyordu bunu. Ben de farklı sesler çıkararak onlara haber uçuruyordum. Mesela bazen masaya elimle ritim tutuyormuş gibi vuruyordum. Bazen yazıyordum ve kalemimin çıkardığı sesle haber yolluyordum. Bu kod sayesinde yalnız değildim. Her an benimle irtibata geçebiliyorlardı. Düşmanların bu kodu anlamasından çok korkmuştum başta. Fakat ya dikkatli değillerdi ya da bilmiyorlardı.
Savaşın kalbindeydim demiştim fakat olduğum yer güvendeydi. Düşmanların bölgesiydi burası ve burada herkes mutluydu. Keyifler yerindeydi. Ama diğer taraf, her gün sabah akşam bombalara maruz kalan masum insanlar, rahat değildi. Onları birbirinden ayıran şey ırkları ve dinleriydi. Ben ülkemin dışında savaşıyordum. Ama biliyordum ki bu masum insanları yok ettikten sonra bizim topraklarımıza kadar geleceklerdi. Orada da kan akıtacaklardı ama ben buna izin vermeyecektim. Başaramasam bile mutlaka başka biri bunu başaracaktı.
Savaşın büyüklüğü arttığı için her gün istihbarat toplanıyordu. Durum değerlendirmesi yapılıyor, stratejik kararlar alınıyordu. Ben de bunları mors kodlarıyla bizimkilere aktarıyordum. Fakat istihbaratın içinde de bir istihbarat vardı. Ne kadar az kişi bilirse o kadar iyiydi onlar için. Toplantı bittiği vakit çoğu kişi ayrılmak için ayağa kalktığında masada üç kişi kalmıştı. Onların orada gizli şeyler konuşacağını anlamıştım. Ayağa kalkanlardan dışarı en son çıkan bendim. Kapıyı aralık bırakmaya çalışmaktı niyetim ve başarmıştım. Onlar ise herkesin gittiğine emin olduktan sonra konuşmaya başladı:
-Artık vakit geldi. Bu savaş çok uzadı.
- Haklısın askerlerimiz yorulmaya başladı.
- Peki bir yaptırımı olmayacak mı bize?
- Onca şey yaptık? Dünya sesini çıkaramadı. Çünkü hepsi bize hizmet ediyor.
Hepsi kahkaha atmıştı. Ben ise tiksinmiştim. Bahsettikleri şeyi az çok anlamıştım.
-Bu gece bu iş bitecek. Sabah uyandığımızda dünya fazlalıklarından kurtulmuş olacak.
- Peki bombayı nereden atacağız?
Duyduklarım yanılmadığımı göstermişti. Atom bombasından bahsediyorlardı. Kanım donmuştu bir kez daha. Ne kadar acımasız olduklarını yine görmüştüm. Tüm konuşmayı dinleyip bütün detayları aktarmak için dışarı çıkmıştım. Hemen sözde Rus olan arkadaşımı arayıp kimseye çaktırmadan anlatmaya başladım. Rusça konuştum onunla:
-Merhaba, Adrian. Sana bir şey soracaktım. Senin küçük mavi bir defterin vardı onun arkasına bir yazı yazmıştım. Rica etsem onu bana okuyabilir misin?
- Elbette! Ama önce onu bulmalıyım.
- Bekliyorum ben, dedim.
Bu onunla anlaşma yöntemimizdi. Ondan saçma sapan bir şey istiyordum. Ve o da beni aramada bekletip istediğim şeyi sözde arıyormuş numarası yapıyordu. Ben de onu beklerken ıslık çalıyordum. Tabii bu şifreli bir ıslıktı. Yine öyle yaptım. Olacakları ona ıslık ile anlattım. Ben öyle ıslık çalarken istihbarata yeni katılan bir kadın beni fark etmişti. Bana bakıp öylece yanımdan geçip gitmişti. Telefon görüşmesini sona erdirdikten sonra evime gidip gelecek haberi beklemeye başlamıştım.
Ülkemden gelen mesaj “Asla izin vermeyeceğiz.” olmuştu. Bunun rahatlığı vardı içimde. Televizyondan düşmanların haber kanalını açmıştım. Masumlarla dalga geçiyorlardı. Silahlara karşı taşla savaşan masum gençlerin dalgasını geçiyorlardı. Bir genç taşı fırlattıktan sonra dans ediyordu. Bu nasıl yürekti? Bu ölüme giderken mutluluktu âdeta. Ümidin yok olmadığını göstermekti. Ama düşman bunu anlayabilecek bir kapasitede değildi.
Sabaha kadar uyumamıştım. Bombayı atabilecekler mi diye düşünüp durdum. Ama hiçbir şey olmadı. Bizimkiler engelleyebilmişti. Bunun gururunu yaşarken kapım çaldı. Açtığımda istihbarattaki o kadın, elinde bana doğru uzatılmış bir silah ve arkasında bir sürü silahlı kişi vardı. İfşa olduğumu düşünmüştüm. Ve öyle de oldu. Kadın bana
- Herkesi kandırabilirsin ama beni asla. Hain olduğunu biliyorum, dedi.
Salağa yatmıştım.
- Ne kandırmasından bahsediyorsun?
- Mors kodunu bilmeyecek kadar aptal mı sanıyorsun beni, dedi
- Yani sen üstlerine aptal mı diyorsun? Üzerindeki çipleri sana hatırlatırım. Duyarlarsa ki duydular fişini çekerler yakında.
- Demek hain olduğun doğru. Ayrıca umurumda bile değil. En azından hain değilim.
Kısa bir kahkaha attım:
- Bir katilden iddialı laflar, dedim. Der demez de silahıyla beni bayıltması bir olmuştu. İnkar edebilirdim. Ama hiçbir şey değişmezdi. Ajan olduğunu hepsi anlamıştı. Kaçacak yolum yoktu.
Uyandığımda bileklerimden tavana bağlı olduğumu görmüştüm. Beni öldürmemişlerdi. Benden bilgi almak için öldürmemişlerdi yoksa masum bir çocuğa acımayan bana hiç acımazdı. Kim için çalıştığımı sordular söylemedim. Ve bir sürü yumruk, tekme yedim. Gerçek adımı sordular yine söylemedim. Yine vurdular. Yine sordular. Yine cevap vermedim. Yine vurdular. Kan kusuyordum. Ölecektim ama ölmeme fırsat vermiyorlardı. Bir hafta kadar süre geçmişti. Artık psikolojim iyice bozulmuştu. Tavan kısmında küçük bir pencere vardı oradan sesler geliyordu. Her gün asker adımları duyuyordum. Çok çok uzaklardan bomba sesleri geliyordu ve artıyordu. Dışarda ne olduğu hakkında bir fikrim yoktu ama iyi şeyler olmuyordu. Ülkemden bir haber bekliyordum ama onlar muhtemelen beni öldü sanıyordu. Her ses duyduğumda bunu kod olarak düşünüp çözmeye çalışıyordum ama sonuç alamıyordum.
Sayamadığım günlerin sonunda artık hissizleşmiştim. Öleceğimi anlamıştım. Son saatlerin belki de son dakikalarımdı. Sonra aniden yağmur başlamıştı. Şiddetli bir yağmurdu. Dikkat kesilmeye çalışmıştım ama dikkatimi toparlayamıyordum. Fakat bir mesaj veriyordu:
“ BEKLENEN GELDİ. KORKMAYIN.”
Hiç korkmadım. Benim marşım korkma diye başlıyordu. Bana ilk korkmamam gerektiğini öğretmişlerdi. Beklenen gelmişti. Artık bu topraklarda savaş değil beklenin sağladığı barış olacaktı. Göz yaşları olacaktı ama korkudan değil, sevinçten. Çocuklar ölmeyecekti. Gökyüzüne baktıklarında füzeleri değil uçurtmaları göreceklerdi. Gözlerimi güzel günlerin geleceğini düşleyerek kapatmıştım.
Uyandığımda hastanedeydim. Kaç gündür burada olduğumu bilmiyordum ama üzerimde al bayrağın gölgesini hissediyordum.