Kanlı Toka 2

Emine Ecran Şenel

…Keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim! (Meryem sr. 23)

Eşim öldüğünde ölmek istedim. Ben ölmedim. Kızım öldü. Sıralı ölüm vermedi Allah. Meryem validenin evladını dünyaya getirirkenki dileğini evladımı kaybedince diledim. Keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim. Aklım çıksın istedim. Çıkmadı. Oğlumun aklı çıktı. Benimki kaldı. Dünya yansın istedim, yanmadı dünya. Ciğerlerim yandı. Her gece kül oldu, her sabah yeniden yandı. Ama dünya yanmadı. Unutmak istedim. Her şeyi. Herkesi. Kendimi bile. Unutmadım. Unutuldum.

Bir sabah uyandım. Yanımda yatan eşim değil cesediydi. Annemle babamı küçük yaşta kaybettiğimden ölüme yabancı değildim ama bu sefer yalnızca bir ölüm acısı değildi yüreğimi acıtan. Eşimi kaybetmenin acısıyla birlikte iki evladımın babalarını kaybetmelerinin acısını da kazıdım kalbime. Bu sefer üç ölüm acısıydı içimi parçalayan. Yavrularım acı çekmesin diye babalık gömleğini de giydim analık eteğimin üstüne. Her gece gözyaşlarımla suladım, her sabah gülücüklerle ısıttım onları. Büyüdüklerinde, diye başlayan hayallerle sardım yaralarımı. Bilmezdim sardığım yaralardan daha büyük yaralar açacaklarını, içimi kana bulayacaklarını.

Eşimi rüyamda gördüğüm bir gündü. İlk defa o rüyada gülüyordu eşim. Önceki rüyalarımda gülmezdi. Kavuşacak mıyız, dedim, hayır anlamında kafasını salladı. Korktum. İçim sıkıldı. Kötü bir şey olacak gibi hissettim. Üç kez soluma tükürdüm. Muavezeteyn okudum. Peygamber Efendimiz (s.a.v) de öyle yaparmış diye. Kalktım, çocuklara bakmak için. Oğlum uyuyordu. Yanına gittim. Yavaşça öptüm. Kızımın odasına gittim. Odasında yoktu. Boş yatağı, içimde koca bir boşluk oluşturdu. O boşluktan düşmeye başladığımı sandım. Mutfaktan sesler geliyordu. Kızım mutfaktaydı, biliyordum. Ama içimde bir yerlerde, rüyamla boş yatak birbirleriyle ilgileniyorlardı. Göz kırpıyorlardı birbirlerine. Bana gülüyorlardı. Soluma tükürdüm, muavezeteyn okudum.

Mutfağa geçtim. Kahvaltı hazırlamış, bize sürpriz yapmış güzel kızım. Sarıldım. Çiçek kokan saçlarını kokladım. Gitti, abisini uyandırdı. En güzel kahvaltımızı yaptık. Son güzel kahvaltımızı. Oğlum “Bahar, bugün seni gezdireyim mi motorla?” dedi. Çok sevindi kızım. Baharı getiren gülüşüyle güldü. Sarıldı abisine. Gittiler. Akşama kadar gelmediler. Akşam da gelmediler. Haberleri geldi.

Akşam kapı çaldı. Çocuklarım gelmiştir diye gittim kapıya. Kapıdaki komşunun çocuğuydu. “Arka sokakta kaza geçirmişler,” dedi. Telaşlıydı. Ağlıyordu. Koştum. Yalınayak. Arka sokak kalabalıktı. Kalabalık beni görünce yok oldu sanki. Dünya yok oldu. Yollar, ışıklar yok oldu. Abisinin kucağında yatan kızımı gördüm yalnızca. Kanlar içinde yatıyordu. Bahar’ım. Dünyanın tüm baharlarını alıp da gitmişti. Bildim. Ambulans geldi. Boşuna geldi. Eşimi gördüm. Karşıda durmuş, bize bakıyordu. Gülümsüyordu. Kızımı almaya geldi. Bildim. Keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim!

Oğlum o günden sonra toparlayamadı. Okulu bıraktı, motoru bıraktı, hayatı bıraktı. Gülmedi, konuşmadı. Kolunda kardeşinin o günden kalan kanlı tokasıyla oturur öylece. Oturur ve bakar. Dünyanın dönüyor olmasına, güneşin doğmasına, mevsimlerin değişmesine, suların akmasına küfredercesine bakar. Tüm dünya yas tutsun istiyor. Tüm insanlar ölsün. Hayat akmasın istiyor. Yanında gülen, neşelenen oldu mu kızıyor, ortalığı dağıtıyor. Oğlum aklını saldı da benim aklım neden duruyor? Neyi bekliyor? Ben de dağıtsam etrafı. Her gülen yüzü silsem dünyadan. Acıdan başka şey konuşan dilleri kessem. Keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim!

Oğlumdan çekindikleri için eş dost akraba uğramaz oldu bize. Geçenlerde Meliha abla geldi. Uzun zaman sonra ilk defa birisi gelmişti evimize. Oturduk muhabbet ettik. Oğluma attığı acıyan bakışlarını, boş boş konuşmasını, saygısız kahkahalarını görmezden geldim. Uzun zaman sonra misafirimin olması beni heyecanlandırmıştı. Bir nebze de olsa neşelendiğimi hissettim. Meliha ablayla eskilerden konuşmak istedim ama o yaşadığımız hiçbir şeyi hatırlamıyor gibiydi. Yıllarca beraber katıldığımız komşu günlerini bile unutmuş neredeyse. Daha doğrusu gün yapıldığını hatırlıyordu ama benim katıldığımı hatırlamıyordu. Birlikte yaşadığımız anıları sanki ben bilmiyormuşum gibi anlatıp durdu bana. Anlatıyor, gülüyordu. Gülüyor, anlatıyordu. Biraz sonra oğlum geldi odasından. Meliha ablanın gülüşlerine dayanamadı ve ona saldırdı. Meliha abla apar topar gitti. Tiksinen ve acıyan bakışlarını geride bırakarak. Allah yardım etsin, dedi giderken. Amin, dedim ağlayarak. Tutamadım kendimi. Sana da yardım etsin Meliha abla. Senin de aklın gidiyor, unutmaya başlamışsın, diyemedim. Ya da hayırlı olsun unutmak iyidir. Ben de unutabilsem. Her şeyi, herkesi. Seni de Meliha abla, seni de, diyemedim.

Oğlum televizyonu açtı. Haberler. Çökertilen bir uyuşturucu çetesini gösteriyorlar. Baharıma kıyanlar da onlardandı. Tüm baharlarımızı kana bulayanlar. Mezarlığa gitmek istedim. Kızımı sevmek, eşimle dertleşmek. “Yarın gidelim,” dedim oğluma. Kolundaki kanlı tokayı kokladı. Özledi kardeşini. Dinmeyecek özlemi. Ağladı. Ben de ağladım. Sarıldım yavruma. Kolundaki tokayı kokladım. Baharımı kokladım. Ağladım. Sonra toparlamak için kız kardeşimi aradım. Açmadı. Mesaj attım. Cevap vermedi. Oğlum odasına gitti. Yanına gittim ben de. Birlikte uyuduk. Kızımın kanlı tokasını aramıza koyup kokusunu içimize çekerek.

Sabah oğlumun çığlıklarıyla uyandım. Bana bağırıyordu “Kimsin sen! Kimsin! Git evimizden!” diyordu. Eline ne geçerse bana fırlatıyordu. Ne yapacağımı şaşırdım. Korktum. Oğlumu odaya kilitlemek zorunda kaldım. Doktorunu aradım. Doktor beni tanıyamadı. Kendimi tanıttım, hatırlamadı. Oğlumu tanıdığını fakat beni hiç görmediğini ve tanımadığını söyledi. Doktor ne de olsa yoğunluktan unutmuştur diye düşündüm, üstelemedim. Eve ekip gönderdiler. Oğlumu alıp kliniğe götürdüler. Ben de gittim. Doktorla yüz yüze görüştüm. “Keşke daha önce tanışsaydık,” dedi. “Tanışmıştık,” desem de inanmadı. “Bir süre bizimle kalsın oğlunuz,” dedi. Ağlayarak ayrıldım hastaneden. Kız kardeşime gittim. Kardeşim kapıyı açtı “Buyrun,” dedi. “İyi değilim bu gece sende kalabilir miyim?” dedim. “Deli misin kardeşim?” diyerek yüzüme kapattı kapıyı. Görmek istemiyor muydu artık beni? Her görüştüğümüzde ağladığım, sızladığım için sıkılmış mıydı?

Nereye gideceğimi, ne yapacağımı bilemedim. Duvarların üstüme geleceğini bile bile eve doğru gittim. Eve giremedim. Alt komşuma gitmek istedim. Zile bastım. Kapıyı açtı. O da tanımadı beni. Dolandırıcı sandı. Gitmezsem polisi arayacağını söyledi.

Umarsızca eve gittim. Ne olduğunu bilmiyordum. Unutulmuştum. Ölmeden, yok olmadan. Sapasağlam, capcanlı duruyorken unutulmuştum. Oğlumun odasına gittim. Çekmecedeki albümleri çıkardım. Aile fotoğraflarımıza bakmak istedim. Bakarken ağlamak istiyordum. Ciğerlerim sökülene kadar ağlasam belki ölürdüm. Hepsini döktüm fotoğrafların. Yavrularımın bebeklik fotoğraflarından başladım. Baharımın birinci yaş günü fotoğraflarına bakarken ailecek çekindiğimiz fotoğrafı buldum. Mutluyduk. Gülüyorduk. Eşim, oğlum, kızım. Ben… Ben? Bir anda silindim fotoğraftan. Sonra diğer fotoğrafları aldım telaşla. Önceden olduğum hiçbir fotoğrafta yoktum. Artık fotoğraflar da unuttu beni. Delirmek istedim. Deliremedim. Her şeyden sağlam duruyordu aklım. Kalbim paramparçaydı, ciğerlerim tükenmişti, dizlerim tutmuyor, kollarım kalkmıyor, belim doğrulmuyordu ama aklım sapasağlam duruyordu.

Uyumak istedim. En azından uyuyarak her şeyi unutabilmek. Oğlumun yatağına uzandım. Yastığın kenarına düşmüş olan kanlı toklayı gördüm. Öptüm. Kokladım. Tokayı parmaklarıma doladım. Elimin içi kızımın yüzü oldu, parmaklarım saçları. Okşadım yüzünü. Saçlarını kokladım. Çiçek kokuyor. Göğsüme yasladım kafasını, beraber uyuduk. Keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim.