Dünyanın Hastalığı

Hacer Noğman

Adım bu muydu diye şüpheye düşünce yere tükürdüm. Hay ben böyle işe! Adam kırk yıllık mahalle esnafı. Mahallemizin. Yirmi senedir ekmek almaya giderim. Yirmi senedir adımla seslenir. Ya beyni sulanmaya başladı. Ya da… Ya da’sı yok. Beyni sulanmaya başladı. Dönüp tükürdüğüme baktım. İğrençsin, dedim kendime. Yaklaştım, ayağımla dağıttım. Az sakinleş. Hah şöyle. Sakinleşmedim ama sakinleştiğime inandım. Ekmeğin sivri yerinden kopardım. Ben de senin adını unutacağım Orhan Amca. Isırdım kopardığım parçayı. Dişim sızladı. Eşinin adını. Evinizin adresini. Bakmayacağım salonun penceresinden dışarı. Evini görmemek için. Sırf seni unutmak için. Hayata küseceğim belki ama unutacağım. Koyacağım dertli bir müzik teybe. Ama önce bir teyp bulmalı. Neyse. Anneni kasımın beşinde gömdüğünü, emekliliğine iki sene kaldığını, karının kaçıncı evre kanser olduğunu… Ah ulan, daha neler nelerini unutacağım. Hele bi kahvaltımı yapayım.

Bir pazar kahvaltısında silikleştiğimi fark edeceğimi hiç düşünmezdim. Kim düşünürdü ki? Hiç kimse. Kolum, bacağım ya da bir başka uzvum değil silikleşen. Sadece Orhan Amca da değil bunun sebebi. Dün akşam en sevdiğim yemek diye önüme konulanın nohut olduğunu görünce belki de başladı farkındalığım. Ya da daha öncesinde. Zihnimi zorlayıp geçen zamanı salon halısına serdim. Film şeridi gibi olur ya hani, hah öyle bir şey. Geçmişi düşünmemeyi bana hatırlatan anımsatıcılarımı kapattım. Gözlerimi kıstım, arkadan dijital sesler geliyormuş gibi düşünün. Allaaaaah, bilseniz ki hangi ücra köşenin tozları arasından neler çıkardım. Zorladıkça zorladım zihnimi. Sanki patlayacak kafam. Damarlar gerildi, şişti; alnımın ortasında belirgin bir hat oluşturmuş gibi hissettim. Portmantonun aynasına baktığımda her şey normaldi. Ne kafam patlıyordu ne de damarlarım. Salonun halısına döndüm. Orhan amcaya gözüm ilişti. Halının bir başka desenine yönelttim bakışlarımı. İçime bir vesvese yerleşti. Kuvvetli bir hakaret hak ediyordu vesveseyi veren ama vesveseleri verenden Allah’a sığındım. Baktım bu beni insanların niyetlerini sorgulamaya itiyor. Sen nerden bilcen, dedim, bir tokat indirdim. Allahsız seni. Gördüğüm neye yetmedi de görmediğime ilişir oldum? Sen kaçıl bakıyiim şurdan.

Aldım bir kalem. Sıkıca kavradım. Bana yan çizenleri çizecektim. Önce, karşımdaki perdeyi çektim, oda biraz karardı. Şimdi vesveselere kulak asmamaya çalışarak, geçmişe baktım; kalemi daha da sıktım.

Şimdiye kadarki okuduğunuz niyetimdi. Hayal kırıklığı yaşamamın bendeki tesiri böyle hiddetliydi. Yersen. Deli saçmasıydı bu. O kalemin mürekkebi oynamadı. Orhan amcayı bahane edip geceleri uykumu ona emanet ettim. Çay var içersen. Bazen de kahve. Ara ara gelen uykumun bana söyledikleri.

Her şeyde bir hayrın olduğunu sanıyordum bugüne dek. Meğer o hayır değil hikmetmiş. Hah, işte hikmet Orhan Amca’ydı. Aslında Orhan Amca’nın bu hikâyede pek de önemi yok. Kişi olarak yani. Hâlâ unutmuş değilim biraz önce söylediğim detayları. Aksine her gün duyduğum şeyleri daha da iyi tutuyorum aklımda. Kırılma noktası Orhan Amcaydı. Bu nokta bazenbirolaybazenbirkişibazenbireşyasalfjsşlfjşlsdjşlas filan olur. Sonra, haybenböyleişe, der insan; sonra -bazenleri- tükürür yere, sonra da durup düşünür. Ha bazısı birini döver, duvara ya da aynaya yumruk atar, zenginler direksiyonu yumruklar, kadınlar bulaşıkları yerleştirirken kap çanak kırar filan. İşte ben yeni yeni düşünmeye başladım. Neler düşünmedim ki? Hayır bu, öyle durdurabileceğin bir şey de değil. Yapmayacağım dedikçe yaptığın başka bir şey var mıdır böyle?

Gördüm ki silinmek üzere yazıldım başkalarının defterine. Bunlar öyle sevdiğin şeyler, doğum günü, tanışma tarihi, burcun filan değil. Bunların tümü cart curt sınıfında. Baştan aşağı bir yok oluş hikâyesinin içine doğduğumu anladım. İnsanların tümü unutma hastalığına yakalanmış gibi. Hatırlanması gerekenleri ellerinin tersiyle bir kenara itmiş de vicdanlarının gıdıklamasından dolayı arada kaçamak bakışlar atıyorlar gibi. Öyle ahkâm kesmenin kolay olmadığını falan söyleyecek olursanız haklısınız.

İç içe geçmiş çemberlerin en dışından kendime doğru gelmeye çalıştım. Öncesinde, konumlandığım yeri fark etme sürecim oldu. Bu sürecin medârı işte Orhan Amca oldu. Sen kimsin ki adın unutulmayacak? Adımı söyledim. Hayır, sen kimsin? Adımı istemediğine kani olduğumda kim olduğumu araştırmam gerektiğini fark ettim. Böylece ilk çemberi aştım. İkinci çemberde Orhan Amcanın benim için ne ifade ettiğini sorguladım. Esnaf. Hayır değil. İkinci çemberi de böyle aştım: Onların benim nezdimde ne anlam ifade ettiğimi bilmek. Çemberler arasında yürüdükçe kendime yaklaştım. Niyet sorgulamayı bıraktım bir çemberde. Birinde zannımı iyi tutma yetisi kazandım. Birinde yaptıklarımı ne için yapmam gerektiğinin farkına vardım. Diğerinde yaptıklarımdan yapmamam gerekenleri çıkardım. Bir diğerinde yaptıklarımı değiştirdim. Bazı yaptıklarımı yapmadım. Derken çemberler bitti. Orhan Amca iyi ki adımı unuttu.

Yara yara bir yaranın kendisine vardım. İnslerin tümünü unutturan yere. Hepsi mıh gibi aklımda ama sadece bir vecheleriyle. İnsan olmanın bu hastalıkla doğmayı gerektirdiğini anladığımda buna hastalık demeyi bıraktım. Unutmak olmasa hikâye nasıl yaşanılır olurdu? Orhan Amcalar insanın karşısına hikmet diye çıkmasa hangi birimiz tükürdüğümüz yerden özür dileriz? Hiddeti bir kenara koyabiliriz? Elle alıp sakince bir kenara koymak. Buna ne sebep olabilir? Unutmayı var edene şükür.

İnsana, tanıdığı onlarca insan tarafından unutulmanın onu mesrur edeceğini söyleseler, buna inanır mıydı? Bu soruyu sorduran cevabını da veriyor.