Kayıp Çocuklar Adası

Fatma Ünsal

Seni hep çocuk hâlinle hatırlıyorum. Yıllar geçiyor, hiç büyümüyorsun. Dünya yaşın koca bir adam. Ama bu yaş, senin yüzüne hiç uymuyor. Neredesin?

Aklıma koydum. Bulacağım onu. Artık unutuyor olmaktan duyduğum acıyı yok edeceğim. Dediler ki kayıp çocuklar bir adada toplanmış. Gözü yaşlı ana babaların, abilerin ablaların işte kim varsa onların sancısı dinsin diye Yüce Kral, kayıp çocukları bulmuş buluşturmuş. Dünyanın dört bir yanına muhafızlarını salmış. Ama illaki buldurmuş. Dediler ki bu merhametli efendi, acının bir şubesini yok etmek istemiş yeryüzünden.

Yalnız bu yüce yürekli efendi: “O kadar masraf ettik, herkes kendi yolculuk ücretini karşılasın.” buyurmuş. Bunu duyduğumda dedim ki, bu ne biçim kral böyle? Kral olmak sınırsızlık demek değil miydi? İyiliğe sınır mı konurmuş? Anamla babam hiç önemsemediler bunu. Nemiz var nemiz yok, sat git o adaya. Bul kardeşini, dediler. Satardım satmasına ama gitsem bile nasıl dönecektim oradan? Hem de iki kişi. Yetmezdi buna varlığımız. Onlara da anlattım ama içlerini yakan evlat hasreti kulaklarını kapatmıştı her şeye. Git ve kardeşini al gel diyorlardı.

En son gördüğümde oynuyordun arkadaşlarınla. Sonsuz bir heyecan yüzünde. Biraz da hırs.Yerlere atıp duruyordun kendini. Bir aralık kaldırdın başını, haydi eve dedim. Yok yok, diye direttin. Sen hep böyleydin. Bildiğini okurdun. Bildiğini okudun yine. Bir gün eve dönmemeyi canın istedi. Dönmedin. Neden? Bizi ortamızdan ikiye böldün ve rüzgâra savurdun. Neredesin?

Anama babama anlattım günlerce. “Yahu diyelim ki gittim ama bulamadım. Kral bu. En çok kralların sözüne güvenilmez. Tamam bulamayacak olsam da gideyim ama bizim varımız yoğumuz beni oradan geri getiremez ki? Beni de mi kaybetmek istiyorsunuz yani?” dediysem de dinletemedim. “Kral bu,” dediler. “Merhametlidir. Seni orada koyacak değil ya. Git getir kardeşini ölmeden görelim.” dediler. Dediler de dediler. Mecbur kabul ettim. Gittim kendimi sonraki ada seferine yazdırdım. Allah büyük dedim, çekildim.

Elime geçer geçmez pataklayacağım seni. Şımarık velet. Senin yüzünden düştüğümüz hâlleri anlatmaya destanlar yetmez. Kaldı ki hikâye yetsin. Şiir yazsam o da olmaz. Anlatırken meseleyi çarpıtırım, evet olmaz şiir de olmaz. En iyisi seni bir temiz pataklamak. Yüzündeki benin duruyordur şimdi. Saçların külsü kahve. Gözlerin çukurca muzır bakıyordur. Neredesin?

Anam azığımı hazırladı. İki kat üst baş da koydu. “Eh,” dedi. “Kardeşin artık koca adamdır. O da giyer bunlardan.” Bunu derken gülümsedi. Gülümsemesi yayıldı yayıldı. Etrafa taştı. Onu bulacağımdan nasıl bu kadar emin olabiliyor, diye içimden sinirlenip duruyordum ki onun ana olduğu aklıma geldi. Bir kuşun yavrusunu gözü önünde parça parça etseler. Sonra deseler ki hadi uç, yavrun şu dağın arkasında seni bekliyor. Ana kuş bir saniye tereddüt etmez. Evlada umut başka umutlara benzemez. O hiç bitmez. Analar o yüzden anadır. Babalar umutlarında kesinti olabileceğinden baba. Babam tereddütlü baktı bana. Elime dönüş için lazım olur diye bir kese sıkıştırdı. Bulup buluşturmuştu galiba. Keseyi açıp baktım. Eh yeterdi dönüşe. Tek kişilik dönüşe.

Hani beni mektebe uğurluyordun bir gün. Anamla babam seni salmışlardı yanıma. Tren kalkarken el sallamıştım sana. Öylece kalakalmıştın. Benden pek hazzetmediğini düşünürdüm ama öyle değil miydi yoksa? Yıllar bu hissi unutturdu bana. Seni sanırım çok özlüyorum. Sevmeyebilirsin beni. Bana ne. Ben seni seviyorum. Toprağın üstündesin biliyorum. Neredesin?

Köhne bir gemi kalktı limandan. İçinde ben ve binlerce umutlu insan. Kayıp çocukların toplandığı adaya koşan; yüzüne aramanın ve bulamamanın yorgunluğu çökmüş, Yüce Kral’ın müjdesine sarılmış bir sürü fani. Anama ve babama baktım. El sallıyorlardı bana. Diğerleri gibi. Diğerleri gibi gemidekilere değil geleceklere el sallıyorlardı. İçimden: “Ulan Yüce Kral,” dedim. “İnşallah bu kadar insan, geriye eli boş dönmez. Yoksa yemin olsun senin kalbine paslı hançeri gözümü kırpmadan saplarım.” Limandan uzaklaştık. Geride bıraktıklarımız görünmüyordu artık. Yoksa Dünya, düz değil miydi? Gerçi bunu düşünmenin yeri burası değildi. Bir arkadaş edindim bu garip yolculukta. Ayvaz. İsmim Ayvaz, deyince epey güldüm ona fark ettirmeden. Bizim köyde bir Musa ağabey vardı. Hafif saf. Köydekiler bu abiye Musa değil de Ayvaz diye sesleniyorlardı. Ayvaz saf demek gibi geliyordu bu yüzden bana. Allah affetsin tabii. Ama Ayvaz hiç de saf değildi. Kayıp kız kardeşini aramaya gidiyordu o da. Yedi yaşında dağda kaybolmuş. Ondan sonra izine rastlamamışlar. Üç yıldır bir işaret bile bulamamışlar. Uzun uzun ağladı Ayvaz. “Bence bizi kandırıyorlar. Hiç öyle şey olur mu?” dedi. “Niye gidiyorsun o zaman?” dedim. “Umuttan.” dedi. “Umut etmek o kadar güzel ama o kadar huzursuz edici ki. Ne kendim durabildim ne anam dur dedi. O da umut ediyor.” dedi. “Bu geminin dümeninde umut var zaten.” dedim. “Yoksa hareket edemez.”

Ayvaz’a hep seni anlattım. Birlikte arayacağız onun kardeşini ve seni. Çok mazlum bir kızcağızdı, dedi kardeşini anarken. Ben de benim kardeşim de öyleydi dedim. Bunu derken pis pis güldüm. Öyle güldüğümü gördü. Değilmiş galiba, dedi. “Değildi ama kimseye de zararı yoktu,” dedim. “Zekiydi hem. Zeki adamdan korkmayabilirsin.” “Öyle ya,” dedi. “Ahmaklar çok iş açar insanın başına. İnşallah Yüce Kral ahmak değildir.” Son anlattıklarını duymadım. Yönetim eleştirisiydi bir nevi. Bunlar ilgimi hiç çekmiyor. Gözüm doldu yine seni düşününce. Koca adam, ağlamaktan utandım. Neredesin?

Bir ayda vardı gemi. Tam bir ay denizi göre göre, yakamozlara şaşıra şaşıra yolculuk yaptık. Birçok kişiyle tanıştım. Birçok derdin sahibi oldum yani. Adaya vardığımızda başımıza ne geleceğini bilmemenin ürküntüsüyle bir arada kaldık önce. Sonra Yüce Kral’ın muhafızları gemi dönerken uyardılar bizi: “On beş gün süreniz var. On beş gün sonra dönecekleri almaya geleceğiz. Burada olmazsanız bir aydan önce evinize dönemezsiniz. Eh, açlığı da hesaba katmalısınız. Burası eviniz değil.” dediler. Öyle ya, ürkülecek zaman değildi. Hemen dağıldı kalabalık. Su aramaya çıkar gibi ayrıldılar sahilden. Ayvaz’la ben de ayrıldık.

Senin yokluğunda kimseyi teselli edemedim. Anamı susturamadım. Babamı konuşturamadım. Kaç koca yıl devirdik geçtiğin yollarda. İzlerini hiç silemedim. Kar da dolu da yağmur da kapatamadı. Eve çıkan toprak yol çamur olmuştu bir gün hani. Batıvermişti çarıkların. Küplere binmiştin. O battığın çukuru dolduramadı toprak. Her seferinde etrafından dolanarak geçtim. Bulduğumda ellerinle kapattıracağım geride bıraktığın tüm çukurları. Buna mecbursun. Neredesin?

Ayvaz, geldiğimizin beşinci günü kardeşini adanın güney tarafında bir köyde buldu. Kız sapasağlam çıkıverdi abisinin karşısına. Ayvaz’ın ağzı beş karış açık kaldı ilkin kızı görünce. “Ne oldu? Bu o mu yoksa?” diye dürttüm. Zor kendine getirdim. Bir şey demeden fırladı yanımdan. Sarıldı kardeşine. Uzun uzun kokladı. Ağladı ağladı. Kızcağız da şaşkındı. Ada köylüleri etraflarını sardılar sevinçle. Bilmediğimiz bir dilde anlattılar anlattılar. Anlamış gibi yaptı Ayvaz. Artık anlamanın ne önemi vardı? Bulmuştu çünkü. Sevindim onlara. Ümidim de arttı. İnanmıyordum bütün bu olanlara, yalan değil. Artık inanıyordum kardeşimi bulacağıma. İnandığımdan daha çok üzülecektim bulamazsam. İnanmak da ne bileyim. Belalı bir eylem.

Kardeşimi aramaya Ayvaz’ın kardeşi de katıldı. Mehlika. Cidden de ay gibi kız. Adayı dolaştıkça sevinçle dönenleri görüyorduk yanlarında çocuklarla. Daha bir tane bile mutsuza rastlamamıştık. Ada halkı da sevecendi. Üstleri başları dilleri dişleri bir acayipti ama olsun. Yardım ediyorlardı bize. “Bu çocuklar neden buraya bırakıldı?” diye sorup duruyorduk. Ama anlamıyorduk ki birbirimizi. Kral’a soramayacağımız sorularla onları bıktırıyorduk.Önemli olan soru sormaktı. Cevap almak pek de mühim değildi. Çocuklara soruyorduk bu durumu, tek laf çıkmıyordu ağızlarından. Bir hafta dolunca buraya gelenlerin çoğu kaybettikleri çocukları buldular. On günde tek tük bulamayan kalmıştı. Onlardan biri de bendim. On beş gün dolunca bir kişi kalmıştı. Tahmin edersiniz. Gemi on beş günün sonunda geldi. Buraya bir ton umutlu cenaze getiren gemi, şimdi bir ton canlı götürüyordu. Ayvaz çok zorladı. “Hadi,” dedi. “Bir ay daha ne yaparsın burada? Ölürsün,” dedi. “Hem baksana dolaşmadığımız pek az yeri kaldı. Ada yerlilerinin de babalarının oğlu değilsin. Gidelim. Belki sen yokken dönmüştür evinize.” “Çocuk mu kandırıyorsun Ayvaz?” dedim. “Dönmemiştir.” “Burada da değildir. Yoktur.” Cevap vermedim. Mutluydu ve beni anlamıyordu. Gemi hareket etti. Ayvaz’a ve kız kardeşine el salladım.

Döndüler. Bir hayal tüccarının peşinden geldiğim yerde yalnız kaldım. Gerçi tüccar değilmiş. Ülkenin kayıp çocukları buradaymış meğer. Seni bulmadan dönemem. Bulunca da döveceğim. Yetti. Gemi döndükten iki üç gün sonra bir oğlan çocuğu takıldı peşime. Kendi dilinde bir şeyler söyledi. Kafamı salladım. Güldü. Kim bilir neyi onayladım. Sonraki gün yine takıldı sonraki gün yine. Eğer bu çocuk senin numaralarından biri çıkarsa. Evet döverim. Döveceğim de. Sonraki gün ben onun peşine takıldım. Adanın bilmediğim yerlerinde dolaştı. Hiç görmediğim tepelerine tırmandı. Ayaklarım ağrıdı. Zaten tok sayılmazdım. Senin yüzünden kemirmediğim kök kalmadı. Ağaç kovuğunda yatmaktan sırtım nasır bağladı. Egzotik yerleri de hiç sevmem zaten. Seni bulunca döveceğim. Neredesin?

Çocuğa başta kızdım ama sonra dolaşmadığım köşeleri dolaşırken sevindim de. Belki de bu dolaştığımız ücra yerlerin birindeydi kardeşim. Bana biteviye bir şeyler anlattı. Dinledim. Yüzüne alık alık baktım ama onlarda bakmanın bu çeşidi alıklık demek olmuyordu galiba. Sonraki gün uzunca tırmandıktan sonra bir yere geldik. Adanın artık en uç köşesiydi burası. Ufka doğru bir yeri gösteriyordu çocuk. Küçük bir kulübe. Eliyle boyu kadar birini tarif etti. Yüzümü gösterdi, o boya yerleştirdi. Daha anlatıyordu ki duramadım. Koşmaya başladım. Oradaydı belli. Arkamdan bağırdı, koştu ama bir süre sonra gelmedi. Adanın bu el değmemiş yollarında deli gibi koşuyordum. Ayağıma taşlar batıyordu. Çalılar yırttı bacağımı kollarımı. Durmadım. Ama yol gittikçe uzuyordu sanki. Kulübe gittikçe oyun kurucu biri tarafından öteye alınıyordu sanki. Kısa molalarla tam üç gün koştum. İşte oradaydı. İşte orada biri. Bana dönüktü yüzü ama karaltıdan göremiyordum onu. Bu sefer tamam, dedim. Bu sefer alıp gideceğim seni. Bekle.

Yaklaştım. Epey hem de. İşte yüzün. Bizi bıraktığın gibi. Üstünde tozlu sokak kıyafetlerin. Neredeydin ulan sen, diye üstüne yürüdüm, güldün sadece. Bana bak, bunca yıl hiç mi büyümedin dedim, sustun derin derin. Burayı nereden buldun, dedim. Omuzlarını silktin. Neyse ne, döveyim mi seni dedim. Yanağını uzattın. Öylece dururken önümde, sıkıca sarıldım. Kemiklerini kırar gibi. Ama böyle hiç bırakmayacak gibi. Hiç konuşmuyordun, neden? Neden sonra bir ses çalındı kulağıma, sonra mırıltılar. Önemsemedim: Er kişi niyetine. Buldum sonunda seni. Buradaydın.