ZULÜMAT ZAİLİYATI
Sema Çalışkan’a :)
Güneş ülkesinden gelen yiğitler
Benzeri olmayan bir dünya kursun
Cellât, ayrılığın boynunu vursun[1]
Kafirler istemese de Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır. (Tevbe sr. 32)
Güneş selametle uğurladı bizi. Selamet götürelim diye zulümata. Atlarımızla indik güneşten. Güneşin huzmeleriyle bileyledik kılıçlarımızı. Parlasın ve keskinleşsin diye. Çünkü düşman, karanlıklardı. Savaş, karanlıklaydı. Karanlığın kuşattığı adaya yaklaştığımızda kalplerimizi saran sıkıntıyı inşirah suresi tilaveti ile bertaraf ettik. Güneşe alışkın olan atlarımız karanlığı görünce ürktüler. Geri dönmek istediler. Yiğide geri dönmek yakışmaz, korkan at yiğide yâr olmaz diye vurduk atların boynunu. Atların yere dökülen kanları, güneşe doğru aktı. Güneş, maşuklarının kanını bağrına bastı.
Düşmanımız zulümat, yüzümüzdeki güneş izlerini fark etmesin diye yüzümüzü çamurla kapladık. Üstümüze karanlık elbiseler giydik. Adayı zulümattan kurtarmak için dört bir tarafını çevirdik. Sessizce. Karanlığa fark ettirmeden. Güneş uzaklardan bize göz kırpınca çıkardık kılıçlarımızı. Zulümatın kökünü kazımak için savurduk. Yuttuğun bütün aydınlıklar için, örttüğün güzellikler için, ayırdığın sevenler için, anam için, babam için, bacım, kardaşım için, diyerek biçtik zulümatın kolunu bacağını. Biçe biçe tam bağrına daldık. Artık güneş görünmüyordu. Artık göz gözü görmüyordu. His hissi duymuyordu.
Biz kılıçlarımızı sallarken zulümat da boş durmuyordu tabii. Karardıkça karardı. Karanlığıyla vuruyordu. Kafalarımız, kollarımız, ayaklarımız yer yer karanlığa teslim oluyordu. Karanlıktan korumak için güneşten aldığımız nur kalkanlarını siper ediyorduk kalplerimize. Kimimiz koruyabildik kendimizi fakat kimimiz yâr oldu karanlığa. Savaş kızıştı. Biz eksildik, karanlık küçüldü. Adanın çeşitli yerlerinde sıkışıp kalmış, karanlığın yuttuğu aydınlıklar, umutlar, güzellikler, masumlar, mazlumlar gülümseyerek bize bakıyordu. Karanlık küçüldükçe hiddetlendi. Vurduğuna daha sert vuruyordu artık. Güzellerin tebessümlerinden topladığımız nuru kılıçlarımıza, kalkanlarımıza, göğsümüze, pazularımıza sürdük. Son bir hücumla eritecektik karanlığı. Kaçmasaydı eğer.
Beklemediğimiz bir anda geri çekilmeye başladı. Onun gittiğini gören ada sakinleri sevinç çığlıkları atıyor, mutluluk şarkıları söylüyorlardı. Fakat bir gariplik vardı. Bu garipliği yalnızca güneşten gelen yiğitler yani biz hissediyorduk. Zulümat uzaklaşıyordu ama karanlığını damarlarımıza zerk ederek gidiyordu sanki. Gülemiyorduk. İçimiz burkuluyor, yüreklerimiz, sıkılıyor, burnumuz sızlıyor, gözlerimiz akıyordu. Neden sonra anladık karanlığın güneşi kuşattığını.
Güneş, tüm yiğitlerini adayı zulümattan kurtarmak için göndermişti ve kala kala birkaç kişi kalmıştık. Şimdi güneşi kim kurtaracaktı karanlıktan? Bir daha nasıl kavuşacaktık güneşimize. Adadaki bütün güzellikler, umutlar, aydınlıklar, masumlar, mazlumlar sırayla boynumuza sarılıyor, ellerimizi, eteklerimizi öpüyordu. Onlar seviniyor, biz üzülüyorduk. Ağlıyorduk. Yanıyorduk. Güneşsiz nasıl yaşayacaktık? Bu ayrılığa, bu hasrete nasıl dayanacaktık? Ağladığımızı gören umutlar gözyaşlarımızı sildi. Güzellikler, güneşin gökyüzünde bıraktığı izleri gösterdi bize.
Biraz sonra zulümatın üzerimize saldığı ayrılık, o izleri de sildi. Yok etti. Dizlerimizin bağını çözdü, boğazımıza düğümledi. Damarlarımızın kanını çekti, ciğelerimize boşalttı. Beynimizi eritti, gözlerimize ak etti. Öldürmedi, süründürdü. Güneşten ayırdığı yetmedi bir de ölümle aramıza hasret duvarlarını ördü. Artık çaresizlik kuyusunun dibinde ölümü çağırıyorduk. Ölüm gelmedi. Cellat geldi.
Elinde kılıcı, iri vücudu, kısık gözleri, çatık kaşlarıyla dikildi düştüğümüz kuyunun başında. Bizi kuyudan çıkarmak için ip uzattı. Canla başla tutunduk ipe. Tutunduğumuzu Rab bellemedik ama kölesi olmaya hazırdık. Yeter ki vursun boynumuzu, darağacında sallandırsın, tam kalbimize saplasın hançerini. Bizi kurtarsın ayrılığın pençesinden. Güneşimize kavuşmaktan ümidi kestik bari ölüme ulaştırsın bizi. Ölüm sarsın kollarına, gözlerimizden öpsün, kalbimizi okşasın. Kuyudan çıkınca eğildik celladın önünde, ayaklarına kapandık. Haydi bekleme gayrı, dedik. Öldür bizi.
Cellat kükredi. Katil miyim ulan ben, dedi. Ada sakinleri çağırmış celladı. Kurtarıcılarımızı kurtar demişler. Kurtuluşumuz ancak ölümle, dedik. Ayrılık ölümden beter, dedik. Ölümden elli gram değil elli ton ağır dedik. Susun ulan, dedi. Kılıcını çıkardı. Havaya kaldırdı. Bir sağa çevirdi bir sola. Bir sola çevirdi bir sağa. Yeniden aşağı indirdi. Yeniden havaya kaldırdı. Cebinden çıkardığı bezle biraz daha parlattı zaten parlaklığı gözleri alan kılıcını. Saatine baktı, bu saatte güneş hangi yöndedir, diye sordu. Tam tepededir, dedik. Tepeye baktı. Durdu, düşünür gibi yaptı. Zulümatın saldığı ayrılık da tepemizde sırıtarak bakıyordu bize. Başımızı eziyordu sırıtışıyla. Cellat kılıcını yeniden indirdi. Darağacını kurdu. Büyük bir özenle. Üst üste dizdiği taşların üstüne basarak darağacının üstüne çıktı. Kılıcını çekti yeniden. Havaya kaldırdı. Büyük bir ihtişamla salladı kılıcını. Ayrılığın boynunu vurdu. Ayrılık sessiz bir çığlık attı. Gönüllerimize inşirah veren bir çığlıktı bu. Cellat ayrılığın cesedine basarak daha da yükseldi. Bir daha savurdu kılıcını. Bir çığlık daha duyuldu. Bu sefer sesli bir çığlık. Kulakların pasını silen. Zulümatın çığlığıydı bu. Zulümat düştü çaresizlik kuyusunun dibine. Üzerine çamur attılar. Güneşimiz kucağını açtı, bizi çağırdı. Koşarak değil uçarak vardık kucağına. O, bizi bağrına bastı, biz, onu kalbimize.
Ecran
________________
[1] Nurullah Genç-Siyah Gözlerine Beni De Götür