Yalancı Olmak Zorunda Kalan Çoban

Fatma Ünsal

Peri padişahının kızı, elinde kemanı kırlara çıktığında bir çobana gönlünü kaptıracağını bilemezdi. Madem kaptırdı. Çobanın onu sevmeyeceğini, işinin gücünün kırlar ve koyunları olacağını da bilemezdi. Madem onu da bilemedi. Padişah kızı olmanın her şeyi çözemeyeceğini, kalp gibi girift bir organın hiçbir padişahta anahtarının olmadığını da bilemezdi. Allah bilirdi bir cümle kapıların anahtarını.

Zavallı çoban da bilemezdi. Koyunlarını ağıldan çıkarıp yola düzüldüğünde birazdan başına gelecekleri. Köyde kızların bir teki bile yüzüne bakmazdı çobanın. Eh çobandı. Çobana varılır mıydı? “Hepsi,” diyordu anası; “Hepsi şehre gelin gideceğim diye bir türkü tutturmuş, onu çalıyor. Bu sümüklüleri şehirde kim ala acaba? Saçlarının perçemini çıkarmakla olmuyor o.” Üstünde durmuyordu çoban. Hatta varmasınlar, daha iyi diyordu. Kim uğraşacak? Anası evlendirdiğinde geliniyle yaşamanın düşünü kurarken hele. Onun dırdırına hangi çelik yürekli dayansın? “Varmasınlar ana,” diyordu. “Vallahi benim evlilikte gözüm yoktur. İkimiz yaşar gideriz.” Oğlan böyle diyordu demesine ama anasının ikna olacağı yoktu. Ama bilseydi bir kızın oğlunun başına açacağı işleri.

Neyse ne, peri padişahının kızı, kişi hüviyetini gizleme yükümlülüğünden dolayı adını veremiyoruz, güzelce kuruldu bayırın başına. Etten kemikten değil de âdeta ipekten. Rüzgâr vurunca bir dalgalanıyor, saçları elleri ayakları rüzgârla bir oluyor sanki. Hava dalgalarına karışıyor. Hava gibi bir şey oluyor. Dedik ya, ipek bir şal mübarek. Ayaklarını uzattı. Şöyle derin bir nefes çekti. İçine dolan hava bilemedi ilkin burası nere. Ciğer yerine bir çiçek tarlası. Karşıları izledi sonra. Çamlar, meşeler ne güzel sıralanmıştı. En tepede bir yayla. Yayla evlerinden çıkan cılız dumanlar. İnsanlara acıdı peri padişahının kızı. Üşümek ne büyük imtihandı. İnsan olmak ne büyük imtihandı. Şu Allah’ın dağında bile neredeyse yapayalnız yaşarlarken işin içinden çıkamıyorlardı. Kavgaları, ölüleri, düğünleri hiç bitmiyordu. Bunları düşününce içi sıkıldı. Üşüdü sonra. Periler sıkıntıya düşünce üşürlerdi.

Eline aldı kemanını. Varla yok arası çenesinin altına yerleştirdi. Başladı çalmaya. Gözünü kapatıp ezginin ritmine kendini kaptırınca uzağa fırlatırdı insanı müzik. Kimisi notaların üstüne tırmanır, son sürat kaçardı bulunduğu ortamdan. Bir kemancının şöyle dediği anlatılırdı: “Kemanı elime alınca onun beni kaçırdığını hissediyorum.” Kız çaladursun, çoban koyunlarıyla çıkageldi. Kulağına bir ses çalındı ama oralı olmadı. Kızın kötü çaldığı yoktu. Bilakis kızın sözünden çıkmıyordu keman. Öyle hisli bir ses yayılmıştı ki çayıra. Çoban alışkın değildi böyle seslere. Güzel de herkese güzel gelmez ya. Güzeli fark etmek için bir aşinalık yakalamak gerek. Çoban bir aşinalık bulamadı ama kız başını bir aralık kemandan kaldırınca çobanın yüzünde buldu bulacağını. O saat vuruldu. Çoban bir gölgelik bulmuş, uyuklamaya başlamıştı. Koyunlar; yazıya yayılmışlar, usuldan kemiriyorlardı otları.

Kız keman çalmayı bıraktı. Soluğu çobanın yanında aldı. Yürümedi ama. Aktı. Olduğu yerden çobanın yanına aktı. Baktı ki oğlan uyuyor. Güneş yanığı suratını izledi. Hepsi bir ayar kirpiklerini, seyrek kaşlarını. Kızıla çalan saçlarını. “O,” dedi. “Bu, o. Rüyalarıma gelip duran.” Uyandırsa olmayacak. Uyandırmasa sabrı el vermiyor. “En iyisi keman çalmak. Uyanırsa ne âlâ. Yoksa kendimden bir iz bırakmış olurum uyanmasa bile,” diye düşündü. Başladı içli içli çalmaya. Çoban başta iyice daldı uykuya. Derken derken gözünü araladı ki su kuşu gibi bir kız elinde bir çalgı, devinip duruyor. Ürktü tabii. “Sen de kimsin?” diye fırladı ayağa. Kız, çalmayı bırakıp ayağa kalktı. “Ben peri padişahının kızı falanca falanca. Peki ya sen kimsin? Rüyalarıma gelip dururdun. Söyle hadi kimsin?”

Çoban peri padişahını duyunca daha da ürktü. Besmeleyi besmeleye uladı. Çarpılmaktan Allah’a sığındı. Anasının anlattıklarını hatırladı. Köylerinden biri, bir peri kızına sevdalanmış da evini barkını bırakıp gitmiş. Geldiğinde aklı başında değilmiş. Aman Allah korusun. “Çobanım. Sana zararım dokunmaz. Ama senin de bana dokunmasın. Git hadi git.” Kız, anlamadı tabii. Tam bir şey daha diyecekti ki oğlan kaçtı gitti. Kız boynu bükük kalakaldı.

Sevdalık. Başa geldi mi geçmiş olsun. Peri padişahının kızı olsa ne fayda. Sonraki günler de geldi çayıra. Oğlanı uzaktan izledi. Ama cesaret edip gidemiyordu yanına.

Baktı ki böyle olmayacak. Gün yanığı suratlı oğlan oralı bile olmuyor. Yeniden gitti yanına. Ürktü yine çoban. Diline besmeleyi yerleştirdi hemen. “Korkma,” dedi kız. “Benden sana zarar gelmez. Gönlüm akıverdi sana.” Bunu duyunca çoban daha da işkillendi. Köylerindeki aklını kaybetmiş adam, hayal balonunun içinden el sallayıverdi. “Sen de beni bir gün sever misin ki?” Ebleh ebleh baktı oğlan kızın suratına. Kız biraz sinirlendi. “Yalandan da olsa desen ne var? Severim belki desen. Ben de umut etsem.” Kendini toparlayan çoban: “Ben yalan söylemem hanım,” dedi. “Söylemem. Korktum senden. Çok güzel de olsan korktum. Sevmem seni. Var git hadi.” Peri padişahının kızı üzüntüden silikleşmeye başladı. Gitgide kayboluyordu. Gözünden yaş değil de saydam inciler döküyordu. “Yalandan sevseydin de olurdu. Sevgim bana yeterdi. Dilerim ağzından bundan sonra tek bir doğru söz çıkmaz. Doğrular seni ölene kadar terk eder,” dedi ve havaya karışıp gitti. O gittikten sonra yerinde beyaz beyaz kuşlar belirdi. Ağlar gibi öterek onlar da uzaklaştılar.

Çoban, kız gözden kaybolduktan sonra ne yapacağını şaşırdı. Koyunları toplayıp erkenden köyün yolunu tuttu. Anası baktı ki oğlan geliyor. Merakla önüne çıktı. “Be çocuk,” dedi. “Güneşi erkenden batırmışsın.” Oğlan tam konuşacaktı ki kızın dediğini hatırlayıverdi. Peri kızı yüzünden kaçıp geldiğini anlatmak isterken: “Koyunlar huysuzlandı. Dağa da kurt inmiş dediler. Ben de topladım geldim.” deyiverdi. Eyvah, dedi içinden. Kızcağızın bedduasının tuttuğunu anlayınca ne edeceğini şaşırdı. Anası: “ İyi o vakit. Yemek daha ocakta. Git dinlen bari.” dedi.

Çoban eve girdi. Çöktü kaldı divana. Şimdi ne edecekti? Tüh kafama, diye kafasına bir yumruk indirdi ama olan olmuştu. Ne vardı sanki kıza yalandan sevdalansaydı. Yalandan sevda mı olur be, diye döndü kızdı kendine. Olmasa da böyle olur, çek bakalım şimdi, diye cevapladı kendini. Düşündü düşündü çıkamadı işin içinden. Yalan söylediğini anladıklarında millete rezil olacaktı. Şimdiye kadar yalan nedir bilmemişti. Kendisini şimdiden kelli kirlenmiş hissetti. Af dilemek istedi Allah’tan: “Ey Rabbim,” dedi. “Ey Rabbim, senden başka bir şey istemiyorum. Bana yüz koyun daha ver.” Estağfirullah, estağfirullah, estağfirullah. Olacak iş mi? Gönlünden geçenle ağzından bir çıkmıyor anladık da estağfirullah. Ağzını kapattı hızla. Estağfirullahı estağfirullaha uladı.

Anasının ayak seslerini duydu. Baktı ki eve geliyor, uyur numarası yaptı ki kadına yalan söyleyemesin. Kadın kapının kenarından şöyle bir baktı. Gariban oğlu dalmış gitmiş. Usuldan geri ayrıldı. Çoban olduğu yerde öylece kaldı.

Yemek vakti geldiğinde ses etmeden yedi yemeğini çoban. Anası bir şey diyecek olsa baş sallayarak cevapladı. Yemeğini yer yemez de yatağına yollandı.

Sonraki günlerde mecbur konuştu milletle. Her dediğinin bini bir para. Lafını der demez ağzını tuttu lakin ne fayda. Söz kadar geri dönmeyen bir şey varsa o da gençliktir. Bu ikisi ölümüne kapışır geri dönmemekte. Çoban her konuştuğunda telaşlandı telaşlanmasına ama baktı ki insanlarda tık yok, telaşı bıraktı. “Ha yalan ha doğru,” dedi. “Nasıl olsa anlayan yok. Yorulup durmayayım.”

Bir gün koyunlarıyla çayıra vardığında peri padişahının kızını yeniden gördü. Elinde kemanı, dolaşıyordu çamların arasında. Dolaşmıyordu, küçük bir dereydi. Akıyordu. İstemsizce vardı kızın yanına. Kız karşısında çobanı görünce yüzüne bulutlar toplandı. Tam yağacaktı ki çoban konuşmaya başladı: “Gönlüm artık sendedir ey peri kızı.” dedi. “Al onu ne yaparsan yap.” Kızın yüzündeki bulutlar dağıldı. Yerine güneş geldi. İki dolunay geldi, yanaklarına yerleşti. Gözlerine tüm ışıltılarıyla yıldızlar yerleşti. Tam koşup çobana sarılacaktı ki ettiği beddua aklına geliverdi.

Hiddetlendi bu sefer. Avazı çıktığı kadar bağırdı: Muhafızlar!

Çoban şaşkındı. Ormanın dört bir yanından iri iri on kadar muhafız koşturup geldiler peri kızının yanına. “Yakalayın ve zindana atın bu yalancıyı!” diye bağırdı kız. Çoban gerçeği biliyordu bilmesine ama ağzını her açtığında bir yalan fırlıyordu. Ol sebepten çaresiz muhafızların kollarında zindana yollandı zavallı çoban.

Peri padişahının kızının da eli böğründe kaldı. Yalandan sevmek olur muymuş olmaz mıymış anladı. Ama dünyada vaktinde anlamak önemliydi.