Bu öyle bir gündür ki artık konuşamazlar. Kendilerine izin de verilmez ki mazeret bildirsinler. Yalanlayanların o gün vay haline! (Mürselat sr. 35,36,37)
Prenses Hazeran bu dilsizi nasıl sevmiş, diyorlar. Oysa bu dilsiz, Prenses’in gördüğü ilk akşam, sevdiği ilk adamdır. Prenses o akşam demiş ki bu adam, olur. Bu adam benim prensim olur. Evimin direği, çocuklarımın babası olur. İlk görüşte aşk olmasa da aşk olmuş neticede. Ya da aşk değilmiş bizim prensesinki, dümdüz sevmiş. Yeter. Aşk meşk diye uzun etmeye gerek yok. Zaten sevdi mi güzel severmiş prenses. Yeter. Yetmiş de nitekim. Prens Civan da onu sevmiş. O da güzel sevmiş. Prenses Hazeran adı üstünde prenses olduğundan tüm prensesler gibi güzelmiş de tabii. Dillere destan değilmiş güzelliği ama güzelmiş. Yeter. Prens Civan esasında prens değilmiş. Sarayda bahçıvanmış. Prensesle evlenmeye karar verince mecburen prens oluvermiş. Prenses “Sen prens olma, ben bahçıvan karısı olurum,” dese de “Yok,” demiş Civan “Sen zahmet etme Prensesim, ben prens olurum,” demiş. Her ne kadar prenslik libası üstüne oturmasa da “Genişlik içinde kaybolmak, darlık içinde sıkılmaktan daha az acıtır,” demiş. “Prensesimin acı çekmesindense ben kaybolurum,” demiş. Mutlu mesut olmasa da ereceklerdi muratlarına. Biz de tam kerevetine çıkacaktık ki olanlar oldu.
Olanlar olmadan yıllar önce
Kralın kızlarından biri genç yaşta öldü. Ruhu göklere yükselirken bahçıvan gördü. Prensesin ruhunu görünce bahçıvan, vuruldu. Prensesin ruhu tüm dünyanın prenseslerinden, güllerinden, çiçeklerinden, kuşlarından, güzel adına ne varsa hepsinden daha güzeldi. Kimse görmemişti bu güzelliği. Görülmediğinden bu denli güzelleşmişti belki. Bahçıvan kalbini yırtan bu imkânsız aşkın acısıyla bir feryat kopardı. Feryadı cihanı sardı. Bu feryadın adına gök gürültüsü dediler. Bahçıvanın kalbinden bir damla kan düştü toprağa. Sonra da bahçıvan. Bahçıvanın ruhu prensesin ruhuna yetişmek için koştu fakat yetişemedi. Göklerin kapısı, bahçıvanın ruhuna kapanınca, ruhu, yeryüzüne düşüp tekrar bedenini giyindi. Bu aşka şahit olan bulutlar ağlayınca; yağmur, bahçıvanın yere düşen kanıyla karışınca, bir çiçek fışkırıverdi topraktan.
Bahçıvan kendine geldiğinde başucunda biten çiçeği gördü. Çiçeğin kokusunu içine çekti. “Sen,” dedi çiçeğe, “Sen aşkımın çiçeğisin. Prensesimin ruhu var sende.” Öptü çiçeği. Çiçeğin kulağına ona verdiği adı fısıldadı: Hazeran. İsmini verdikten sonra bir saksıya yerleştirdi çiçeği. Kundaklara sardı, öptü, kokladı. Saksıyı da alıp Kraliçe’nin huzuruna çıktı. “Saygıdeğer Kraliçem, kızınız prenses hazretlerinin ölümü beni ne derece üzdü anlatmaya kifayet edecek cümleler bulamam. Ben onun ardından buralarda da yaşayamam. Yalnızca kızınızın güzel ruhunu içinde barındıran, imkânsız aşkımın kanıyla doğan, Hazeran adını verdiğim bu çiçeği size armağan etmek isterim. Belki acınızı bir nebze olsun hafifletir,” diyerek çiçeği Kraliçenin önüne bıraktı ve ağlayarak sarayı terk etti.
Kraliçe çiçeği aldı. Kokladı. Bir daha kokladı. “Kızım,” dedi. “Kızım kokuyor bu çiçek. Prensesim,” dedi. Kokladı, ağladı. Ağladı, kokladı. Çiçeği alıp prensesin odasına, yatağının yanı başındaki komodinin üzerine yerleştirdi. Gözyaşlarıyla suladı çiçeği. Ağlamaktan yorulunca dinlenmek için kendi odasına gitti. Ertesi sabah hizmetçilerden birisi telaşla Kraliçe’nin odasının kapısını vuruyordu. Kraliçe korkarak uyandı. “Ne var, ne oldu,” diye seslendi kapının ardından. Hizmetçi “Efendim görmeniz gereken bir şey var, çok ilginç bir şey,” dedi. Kraliçe kıyafetlerini giydi. Tacını taktı. Odadan çıktı. Hizmetçi, Kraliçeyi prensesin odasına götürdü.
Prensesin odasına geldiklerinde Kraliçe şaşkınlıktan yere çöktü. Çünkü çiçeği yerleştirdiği yerde mışıl mışıl uyuyan bir bebek vardı. Kraliçe ilk şoku atlatınca yerden kalktı. Bebeği kucağına aldı. “Kızımın ruhundan doğdu bu bebek,” dedi. İsmi Hazeran’dır dedi. Bebeği Kral’a götürdü ve olanları anlattı. Henüz ölen kızının acısını atlatamayan Kral olanları gözyaşları içinde dinledi. Kral ve Kraliçe bu bebeği sarayın tapınağındaki dürüstlük suyuyla kutsadılar. Tıpkı ölen kızları doğduğunda yaptıkları gibi.
Prenses Hazeran dürüstlük suyuyla kutsandığından ömrü boyunca yalan söyleyemezdi. Kendisi yalan söyleyemeyeceği gibi başkası da ona yalan söyleyemezdi. Şayet ona yalan söylemeye kalkışan olursa lanetlenirdi.
Prenses Hazeran tıpkı ölen prenses gibi ruhu, yüzünden daha güzel bir prenses olarak yetişti. Yirmi yaşına geldiğinde Kral ve Kraliçe’yi bir endişe kapladı. Çünkü Prenses Hazeran ölen kızlarının öldüğü yaşa erişmişti. Ya Hazeran da onun gibi ölürse, diye korkuyorlardı. Prenses Hazeran ölmedi. Yirmi yaşına bastığı gün sarayda kendisi için düzenlenen doğum günü partisinde sıkılıp bahçeye çıktı. Bahçede dolaşırken yirmi yıl önce doğduğu yer olduğunu bilmediği o yere geldi. Orada çalışmakta olan yeni bahçıvan Civan’ı gördü. Bahçıvan Prenses’i fark etmemiş, topraktaki eski bahçıvanın kan lekesi olduğunu bilmediği o lekeyi inceliyordu. Hazeran bahçıvanı selamladı. Bahçıvan da onu selamladı. O gece uzun uzun muhabbet ettiler.
Her şey olmadan biraz önce
Bu muhabbet diğer günlere taştı. Sonra haftalara. Sonra aylara. Nihayet evlenmeye karar verdiler. Daha doğrusu Prenses evlenmeye karar verdi ve bu kararını bahçıvan Civan’a söyledi. Bahçıvan Civan henüz evlenmeyi düşünmüyordu fakat bunu Prensese söyleyemedi. Saraya geleli henüz bir kaç ay olduğundan Prensese yalan söyleyenin lanete uğrayacağını bilmiyordu ve sevdiğini üzmekten korktuğu için istemediği hâlde evlenmeyi kabul etti.
Her şey olurken
Her şey o gece başladı. Prensesin isteğiyle evlenmeyi kararlaştırdıkları ve Civan’ın asla öyle düşünmediği hâlde “Evet, ben de uzun süredir seninle evlenmek istiyordum ama söyleyemiyordum Prensesim,” dediği akşamın gecesi. O gece bir lanet, uyuyan Civan’ı yatağından kaldırıp Prenses Hazeran’ın doğduğu, eski bahçıvanın kanının düştüğü o yere getirdi. Civan hâlâ uyuyordu. Yerdeki kan canlandı. Eski bahçıvanın aşkına şahit olan bulutları çağırdı. Bulutlar öfkeyle Civan’ın üzerine kan yağdırdılar. Üstü başı, ağzı gözü kan dolan Civan kendine gelip kanları görünce korktu. Hemen eve koştu. Yıkandı. Kanları temizledi. Korktuğu için o sabah evden çıkamadı. Oysa Prensesle evlenme kararlarını kahvaltı masasında, Kral ve Kraliçe’ye açıklayacaklardı.
Prenses geldi. Kahvaltıya gelmediği için Civan’a kızdı. Civan gece yaşadıklarını Prenses’e anlatmak istedi fakat ağzını açtıkça yalan söylüyordu. Çok güzel bir gece geçirdiğini, hayatının en rahat uykusunu uyuduğunu, bu yüzden sabah uyanamadığını söyledi. Açıklamayı öğle yemeğinde söyleme kararı alıp ayrıldılar. Öğle yemeği vaktinde bahçıvan Civan saraya girdi. Prenses onu kapıda karşıladı. Yemek salonuna geçtiler. Söze Prenses başladı ve devam ettirdi. Kral “Hep kızım konuştu sen ne diyorsun bu konuda Civan,” deyince Civan “Efendim ben kızınızı sevmiyorum ama kendisiyle evlenmek istiyorum,” dedi.
Prenses ve ailesi duydukları karşısında şaşırınca Civan eliyle hayır hayır, anlamında işaretler yaptı. İşte o zaman anladılar ki Civan lanete uğramıştı. Artık asla doğruyu konuşamayacaktı. İki yol vardı ya sarayı ve ülkeyi terk edecekti ya da… Ya da prensesle evlenecek fakat bundan sonra yalan söylememesi için dili kesilecekti. Dilsizliğinden anladığınız kadarıyla dilinin kesilmesini tercih etmişti. Tabii bize anlatılan bu. İçini bilmeyiz. Kimisi de der ki: Civan kaçmak istemiş fakat Prenses buna müsaade etmemiş. O günden sonra da Prensesin güzel olan ruhu, Civan’ın kesilen diliyle birlikte çürümüş, çirkinleşmiş.