Tırını kenara çekti. Sigara kokan bıyıklarını şöyle bir düzelttikten sonra aşağıya indi. İzbe yolda aşağı yukarı turladı. Sigarasını yaktı. Sonra diğerini ve sonra diğerini. Bıyıklarının tonu biraz daha değişti. Leş gibi sigara kokusunu içine çekince rahatsız oldu. Sonra bir daha yaktı. Beli ağrımıştı. Bu yürüyüş iki saat aralıksız sürüş için yeterliydi. Bacağındaki uyuşukluk gittiğinde koltuğuna geçti ve yanındaki ısıtıcıyı çalıştırdı. Bir çay fena gitmezdi. Ama sallama. Diğeriyle kim uğraşacaktı? Gaza bastı.
Geldiği yerdeki ahalinin sevdiği biri olmuştu. Bir kahvehanede oturmuş ve onların duymak istediklerini onlara söylemişti. Mesela görünen dağın, onların köyüne ait olmadığını duymak istemiyorlardı. Adam da onların istediklerini söyledi. Ahali onu sevdi. İşte bizden biri, nidalarıyla evlerine davet ettiler adamı. Gel bir yemeğimizi ye olmadı çayımızı iç diye adama yalvardılar neredeyse. Adam da gayet hoşlanır biçimde karşıladı bu istekleri ama oradan ayrılması gerektiğini, uğraması gereken yerler olduğunu, kalırsa işlerini aksatacağını söyleyip oradan ayrıldı. Duymak istediklerini duymaları onlara bir muştu gibi geldi ve yakalarına taktılar bu muştuyu.
İki saatte gitmesi gereken yolu neredeyse üç saatte gitti. Yollar çok bozuktu. Çok da viraj vardı. Bu yolu ilk defa gitmiyordu ama saati tutturamamıştı işte. Bacağındaki uyuşukluk onu zorladı fakat direndi. Ağrıya karşı. Issız yollar onu şehrin göbeğine düşürdü. Şehrin ortasından geçen derenin etrafındaki ışıkların önceki gibi olmadığını, direklerin sayısının artmış olabileceğini düşündü. Şehir merkezinin sakin denilebilecek bir yerine çekti aracı. Uzun bir tıss sesiyle yerleşti yerine. Bu ses şehre yayıldı ve ahaliyi meydandaki parkta topladı. Herkes bu pala bıyıklı tır şoförünü bekliyordu. Tabureler alçak sehpaların etrafında yerlerini aldı. Henüz yerleşemeyen taburelerin zeminle sürtüşüp çıkarttığı ses kalabalığın uğultusuna karıştı. Köşeden göründü şoför. Şöyle bir baktı insanlara. Elinde çay tepsisiyle garson, alnında teriyle belediye işçisi, elinde hamuruyla ev hanımı, alnında siyahıyla maden işçisi ve bunlar gibi daha birçoğu. Hoşbeş faslından sonra adam, bunca zaman neden uğrayamadığını açıkladı. Bu insanların onu çok özlediğini, bildiğimiz özlemle uzaktan bile alakası olmayan, ne zamandır onun dilinden işitecekleri cümlelerin hayaliyle uyuyamadıklarını… İnsanların gözlerindeki perde, dereden gelen esintiyle salınıyordu. Bizim adam başladı anlatmaya. Bakın dedi, şu üzerimdeki kırmızı yeleği görüyor musunuz, işte bunun rengi kahverengidir. Tüm başlar aşağı yukarı sallandı. Şu dereyi görüyor musunuz, yukarı doğru akıyor. Aha şu sağımdaki delikanlının cebine elimi atsam da ne var ne yok alsam, bunun bir günahı yoktur. Şu arsa sizin değil mi, onu işleyebilirsiniz, bir mahsuru yoktur.
Adam ne renk körüydü ne de deliydi. İnsanların işitmek istediklerini söyledi, insanlar duydu ve tırını alıp bu şehirden uzaklaştı. Onu uğurlarken ağlayanlar oldu. Baktıklarını görmek istediklerini gösteremeyecek, duymak istediklerini onlara söyleyecek birilerinin olmayışı bu insanları ağlatıyordu. Çok geçmeden çocuklarında zuhur etti bu ağlamalar. Kendilerinden olmayanı kendileri gibi bilmelerinden başlarına çok işler geldi. Dönüp geri baktılar ama bu işlerin başlarına niçin geldiklerine anlam geremediler. Gözlerindeki perde derenin esintisiyle kâh sallandı kâh sallanmadı.
Bizim şoför tırını başka şehre sürdü. Hikâyeler bu minvalde ilerledi. Ama bu adamın diline ne olmuştu da tek doğru kelimesi yoktu? Bunun da hikâyesini yolculuğunun sekseninci gününde birine anlattı. Kendiliğinden anlatacağı yoktu. Misafir olduğu evin gelini ona bunu sormuştu? İnsanlara merhem oluşunuzun(?) sırrı nedir, dilinizden dökülen her cümlenin doğruluğuna sebep olan duayı kimden aldınız? Başladı anlatmaya. Anam dedi, babam çıktı. Çocuktum dedi, büyükmüş meğer. Elinin ayağının dibinden ayrılmadım dedi, tersi imiş. Ne dediyse ikiletmedim dedi, sayısını bilemedi. Anlattıkça gelinin hayranlığı arttı bu adama.
Adam yoluna devam etti. Olması gerekeni değil de olmasını istedikleri insanları buldu bir bir. Her yalan kelimeyle yaralarına merhem sürdü. Yolu uzundu. Derdi bu olan insana yetişmekle kendini görevlendirmişti. Çabası buydu, hayat gayesi. Hikâyelerindeki tek gerçeklik, anlattığı hikâyelerinde yaşıyor oluşuydu. O da muamma.