Tarihin Ardındakiler

Pınar Civelek

*Hiçbir tarihi olayı yansıtmamaktadır. Tamamen hayal ürünüdür.

Katıldığım öykü yarışmasında birincilik elde edince ödül olarak Konya'ya götürmüşlerdi beni. Aslında ödülü sevmemiştim. Gitmek istemiyordum fakat İstanbul'un kasvetli havasından uzak kalmak iyi gelebilir diye düşünmüştüm. Velhasılı Konya'ya gitmiştim. Bana eşlik etmesi için üniversite öğrencisi olan bir abiyi benimle göndermişlerdi. Şehri gezmeye öncelikle Mevlana Müzesi'nden başlamıştık. Daha sonra Selimiye Camii, Aziziye Camii, Alaaddin Keykubat Camii ve daha nicesine ziyarette bulunmuştuk. Şehir âdeta tarih kokuyordu. Osmanlılardan, Selçuklulardan kalma tarihi yapılar ilgimi çekmişti. İyi ki gelmişim demiştim.

Yaklaşık bir haftalık gezinin son gününde beni bir camiye gitmiştik: Akşehir'de bulunan Hasan Paşa İmaret Camii'ne. Camiye uzaktan bakınca ilk dikkatimi çeken duvarında vav harflerinin olmasıydı. Görünüşe estetik katıyordu. Ama yaklaştıkça dikkatimi çeken başka bir husus daha olmuştu. Giriş kısmının sol tarafında üzerinde "Hasan Paşa İmaret Camii Şehit Olanlar" yazılı beyaz tahtayı, altında ise "El- Fatiha" dan başka hiçbir şeyin yazmadığını görmüştüm. Direkt bakınca ne olduğunu anlamamıştım. Biraz daha etrafa bakarken imam yanımıza gelmişti. Selamlaşma ve tanışma faslından sonra bizi caminin içine davet etmişti. İçeri girdiğimizde gül kokusu burnuma zuhur etmişti. Daha önce aldığım gül aromalı kokulara benzemiyordu. Beni gerçek bir gül bahçesindeymişim gibi hissettirmişti. Önce camiinin içini gezip daha sonra tahiyyetü'l mescid namazını kılmıştık. Biz kılarken imam elinde bir kitapla beklemişti. Namazı bitirdikten sonra imam: " Size anlatacaklarım var bu camii hakkında. Biraz uzundur anlatacaklarım. Dışarıdaki masaya oturalım." demişti. Biz de ona uyup dışarıdaki masaya oturmuştuk. O da bize çay getirmişti. Oturduğumuz masa beyaz tahtanın tam önündeydi. Dikkatimi oradan alamamıştım. İmam da bunu fark edince " Ben de bu konu hakkında konuşacağım evlat. Hele önce çayından bir yudum al." demişti. Başımı sallayıp çaydan bir yudum almıştım. Mest olmuştum. Sanki bu zamana kadar içtiklerim suymuş da ilk defa çay içiyormuşum gibi hissetmiştim. Oradaki her şey daha önce görmediğim güzellikte gözükmüştü bana.

Ben çayı aheste aheste içerken anlatmaya başlamıştı imam: " Bu camii basit bir camii değil. Bunu gösteren en büyük örnek de hemen karşınızdaki beyaz tahta. Muhtemelen sizin de dikkatinizi çekmiştir. İşte size onun hikâyesini anlatacağım." İyice meraklanmıştım. Anlatmaya başlamıştı:" Bu görmüş olduğunuz camii 1500'lü yıllarda Hasan Paşa tarafından inşa ettirtilmiştir. Adından da anlaşılacağı gibi burası bir imarethane idi. Talebelerin, fukaraların gelip burada sıcak yemeklerle karınlarını doyurduğu bir aşevi. Sadece karınların doyrulduğunu bir yer değil kalacak yeri olmayanın da misafir edildiğini bir yerdi. İnsanlar burada aile ortamını tadıyordu. Ama burasının en önemli özelliği bu değildi.

Nice muallimler gelip durumu olmayan talebelere eğitim vermiş zamanında. Eğitim dediysem öyle sadece matematik, fizik değil ha! Onlara dövüş teknikleri, ajanlık, devlet için çalışma gibi dersler de vermişlerdi. Yani devlete adam yetiştiriyorlardı bir nevi." Gözlerimi ve ağzımı kocaman açıp adamı dinlemiştim. Adam çayından bir yudum alıp devam etti. "Padişahın gizli devlet operasyonlarına o talebeler yollanırdı. Siz tabii içerideki kapıları görmediniz değil mi?" Kaşlarımı çatıp: "Hayır, içeride kapı yoktu." demiştim. İmam gülüp devam etmişti. " Var, var da göremezsin." demişti. " Nasıl yani?" demiştim. O da uzun bir ah çekip anlatmaya devam etmişti. " O içerideki duvarlar yapının ilk halindeki duvarlar değil. Hasan Paşa zamanında dört bir yanda nice kapılar vardı. Az sonra anlatacağım hadiseden sonra kapıları kapatıp duvarı tekrar boyamışlardı. Buna tarihe ihanet mi denilir yapılması gereken mi denilir bilmem." İyice heyecanlanmıştım. Devam etmişti beklemeden. " Talebeler o dediğim kapıların ardındaki odalarda çalışırlardı. Oralar hem çalışma yeriydi hem de sığınak yeriydi. Ve en önemlisi de o sığınaklar, taa şu an ki Hatay'a, Iğdır'a, Trabzon'a ve daha birçok yere kadar uzanan dehlizlere açılıyordu. Devlet meseleleri burada konuşuluyordu. Bak evlat sana mühim bir şey söylüyorum. Devlet bir insansa beyni buradaydı. Çok kritik bir öneme sahipti. Padişah tek gibi gözükürdü ama asla tek değildi. Aklın üstünde akıl vardı. Derin devlet deriz biz buna. Esas olaya gelirsek tarihler 1900'lü yılları gösterdiğinde bilirsin Osmanlı çöküşte, gitti gidecek. Bunun sebebi ne yönetim mi? Ne evet, ne hayır. Bunun sebebi işte burdaki beynin, otoritenin sarsılmadıydı. Kim sarstı? İçeriye sızan kriptolar. İçerideki sırları öğrenip yabancılara sattılar. Her daim onlarla irtibat halinde oldular." İmam soluklanmak için durmuştu. Ben ise şaşkın bir vaziyette söylediklerini idrak etmeye çalışmıştım. İmamı bölüp soru soramıyordum. Tam soracakken yine konuşmaya başlamıştı: " Gel zaman git zaman devletin bütün adımları anlamadıkları bir şekilde kesiliyordu. Ha bu arada halktan kimse camide devlet sırlarının olduğunu bilmiyordu. Günlerden bir gün sabah namazı vaktinde bizden gibi gözüken askerler cemaati arkadan vurdu. Sabah namazında kırk kişi secdedeyken şehit edildi. Şehit olanlar kimdir, nedir bilinmezler. Tabii o sırada talebelerden namaz kılmayanlar da vardı. Hepsi bir anda namaz kılmazdı. Onların tedbiriydi bu. Baktılar ki düşman sayısı fazla kendileri az, dediler ki biz burdan ya ölü olarak çıkarız ya ölü. Biz ölürüz ama devlet yaşasın düsturuyla aldılar tüm belgeleri dehlizlere doğru koştular. Amaçları koşup oradan sağ salim çıkıp belgeleri güvenli bir yere saklamaktı. Fakat dehlize vardıklarında kapıların kilitli olduğunu gördüler. Kırmaya çalışsalar zamanları yoktu. Düşman onları kıskıvrak yakalayacaktı. Onlar da devlet yaşasın düşüncesiyle aldıkları belgelerin tümünü hiç düşünmeden ateşe verdiler. Belgeler ile birlikte onlar da yanmaya başladılar. Düşmanlar onları gördü. Özellikle belgeleri düşünerek ateşi söndürmeye çalıştılar ama nafile. Her şey yanıp kül olmuştu. Eğer belgeler onların eline düşüseydi daha da kötü şeyler yaşanırdı memlekette. İşte Osmanlı'nın çöküşüne bu olaylar sebep oldu. Devletin beyni yok oldu. Padişah tek başına yetemedi. İşin garibi de ne bilir misin? Bu yaşananları kimse bilmez. Bu duvarları boyattıranlar da düşmanlardı. Padişahı tehdit edip yaşananlardan kimsenin haberi olmayacak diyenler de düşmanlardı. Padişah artık onların boyunduruğu altına girmişti. Ha isteyerek ha istemeyerek. Anlattıklarımın hiçbiri tarih kitaplarında yazmaz. Ben anlatınca bana bunak diyorlar. İşte ben de o şehitlerimizin ruhu şad olsun diye böyle bir anıt köşesi oluşturdum. Dinleyene hikayesini anlatıyorum." Aksiyon filmi izliyormuşum gibi gözümün önünden geçmişti anlattıkları. Ben de inanmamıştım. Madem kimse bilmiyordu o nereden biliyordu. Ki ona da sormuştum. O da bana " Bir kişiden fazlasının bildiği şey asla sır değildir. Oku evlat, oku. Daha neler neler öğreneceksin." Tam o esnada ezan okumuştu. Ben daha kendime gelip sorularımı soramadan kalkıp camiye yönelmişti. Ben de namazdan sonra sorarım düşüncesiyle üstelememiştim. Fakat farzı kıldıktan sonra geziye benimle beraber yolladıkları abinin acilen gitmemiz gerektiğini gitmezsek uçağı kaçıracağımızı söylemişti. Mecbur aklımda kalan sorularımla İstanbul'a dönmüştük.

Yol boyunca ve geçen her gün imamın anlattıklarını düşünmüştüm. Hatta tekrar Konya'ya gidip onunla konuşacaktım. Yaklaşık bir ay sonra gittiğimde imamın biz gittikten üç gün sonra aniden kalp krizi geçirip vefat ettiğini söylemişlerdi. Çok şaşırmış ve ürpermiştim. Sonra düşündüm ki aslında ne kadar çok kahramanlarımız vardı da bilmiyorduk. İmamın anlattıkları gerçek olsun veya olmasın, gerçekte olup kitapta yazanı da bilmiyorduk. O gün kendime söz vermiştim, okuyup öğrenip anlatacaktım. İşte benim Tarih öğretmeni olmamdaki esas neden buydu.