Çiçek Çiftliği

Emine Ecran Şenel

Onları sınamamız için Dünya Hayatı’nın güzel çiçekleri olarak çiftler halinde donattıklarımıza gözlerini uzatma!

Senin rabbinin rızkı en hayırlı ve en bâkî / kalıcıdır. (Taha sr. 131)

Almancı bu çiftliği ne emeklerle kurdu. Çiçek çiftliği. Dünyada eşi benzeri yok, derdi. Hakikaten de yoktu. Dünyanın her yerinden dağ çiçekleri getirip, bazısını bazısına aşılayarak eşsiz çiçekler üretirdi. Eşsiz diyorum çünkü kokuları, renkleri, şekilleri, isimleri başka yerde yoktu. Her bir çiçek çeşidinin ayrı serası vardı. Çiftliğe personelinden başka kimseyi almazdı, seralara da kahyalardan başka. Kimseye göstermezdi çiçeklerini.

Ben de o çiftlikte kahyaydım. Almancı çok para verirdi bize. Doktorlardan, Profesörlerden daha çok paramız vardı ama çiftliğin dışında hayatımız yoktu. Paramızı harcayacak zamanımız da. Çünkü çiçekler bakım istiyordu. Sevgi, ilgi, emek istiyordu. Değer görmek, değerli olduklarını hissetmek istiyordu. Bir gün selam vermesen yüzlerini döken, küsen, yapraklarını buruşturarak tripler atan şımarık şehir çiçekleri. Özleri dağlardan gelse de hemen sokuldukları kalıba girip özlerini unutan vefasız çiçekler. Bazen derdim ki çiçek çiftliğinde kahya olacağıma bir dağ köyünde çoban olaydım. Hayvanlar öyle mi? Sen onlara sövsen de peşinden gelirler, onları dövsen de. Sütünü alırsın ses etmez, sofrana meze olacağını bilse de o ilmeği boğazına geçirmene engel olmaz. Boynunu eğer, yatar bıçağın altına. Ulan, derdim. Şu çiçekler sırf güzel diye mi bir tonluk bir öküzden daha kıymetli? Güzel diye değil şımarık diye.

Almancı, zamanında Almanya’da bahçıvanmış. Ondan Almancı derler ona. Bir gün bahçıvanlık yaptığı evin sahibi değişik bir çiçek getirmiş. Bir tane dağdan toplamışmış. Öyle anlatırdı Almancı. Bahçemde de bundan olmasını istiyorum, demiş ev sahibi. Almancı da dediğini yapmış. Ekmiş dağ çiçeklerini bahçeye. Sonra güllere aşılama yaparken bu çiçeğe de yapmış. Aşıdan sonra çiçeğin rengi, şekli, kokusu, her şeyi değişmiş. Muazzam bir çiçek olmuş. Bizim çiftlikte de vardı ondan. Öyle parlaktı ki bakanın gözleri kamaşırdı. Adı Bakış Yakan Çiçeği’ydi. Almancı bu çiçekten sonra başlamış çiçek üretimine. Her ürettiği çiçeğe ayrı bir isim vermiş. Almanlar söylemek de zorlandıklarını Almanca isim vermesini söyleseler de Türkçe koymuş adlarını. Biz sizin firmalarınızın, markalarınızın, ilaçlarınızın adını değiştiriyor muyuz, demiş.

Gel zaman git zaman çiçek çeşitlerini iyice çoğaltmaya başlayınca vatanına dönmeye, işini burada icra etmeye karar vermiş Almancı. Tüm birikimini almış gelmiş. Bir başına kurmuş bu çiftliği. Sonra da bizleri işe aldı tek tek. Çiçeklerin bakımını, sulanmasını, budanmasını, her şeyi öğretti. Beceremeyecek olanları ilk günden kovdu. Altı ay sonra en beceriklilerimizi kahya yaptı. Her sene üç ay boyunca seyahate çıkar, dünyanın değişik yerlerinden getirdiği çiçeklere farklı farklı aşılar yaparak her sene farklı çiçekler üretiyor, yurt dışında, yurt içinde satışlar yapıyordu. Yirmi yıl geçti böyle. Yine seyahatten döndü bir gün. O seradan çıkıyor bu seraya giriyordu. Telaşlıydı. Heyecanlıydı. Aşılamalar yapıyor. Sabırsızca bekliyordu. Birbirinden güzel çieçekler oluşmasına rağmen hiçbirini beğenmiyordu ürettiklerini. İçine kapandı birden. Kimseyle konuşmuyor, yemiyor, içmiyordu.

Bir gün çekine çekine yanına gittim. Efendim, dedim. Yeni çiçek üretmeseniz bile yirmi sene de ürettiğiniz bunca çiçek yeter. Dünyada eşi benzeri olmayan çiçekleriniz var, dedim. İçini çekti. Bilmiyorsun kahya, dedi. Hiçbir şey bilmiyorsun, dedi. Sonra kolumdan tutup eve götürdü beni. Çalışma odasına çıktık. Bu odaya ilk defa giriyordum. Duvarda kocaman bir fotoğraf vardı. Fotoğrafta güzeller güzeli bir kız. Saçları örgülü. Çekik ve iri gözleri. Elma gibi al yanakları. Kafasında çiçekten bir taç. Kız mı güzel çiçekler mi ayırt edemezsin. Bir de kızın elinde bir çiçek var ki onu hiç sormayın. Sanki güneş, çiçek diye toprakta bitmiş de bu kız da dalından koparmış. Sanki cennette huriler için yaratılmış. İşte dedi Almancı. Bu çiçekten yapmak istiyorum. Kim, dedim bu kız. Benim gözüm de gönlüm de çiçekte değil kızdaydı.

Doğu Alplerinde gezerken gördüm, dedi. Çiçeği istedim vermedi. Kaçtı benden. Peşinden koştum. Çok hızlı koşuyordu. Çita gibi. Koşmuyor uçuyordu sanki. Bir yerde durdu. Yanına yaklaştım. Sadece fotoğrafını çekmek istediğimi söyledim. O zaman durdu. Çiçeğiyle poz verdi bana. Fotoğrafı çekmemle birlikte kız ortadan kayboldu, dedi. Peri kızı besbelli, dedim. Fotoğrafa iyice yaklaştım. Kızın saçlarına dokundum. Fotoğraftaki saçlarına. Ama sanki gerçekti. Öyle yumuşak. Yüzüne dokundum. Sanki daha çok gülümsedi. Gözlerine dokundum. Kapattı gözlerini. Önce ürktüm. Sonra yeniden saçlarını okşadım. Saçlarındaki çiçekleri sevdim. Yanaklarının alını sevdim. Sonra elindeki çiçeğe dokunmak istedim. Kız fotoğraftan fırladı birden. Kaçmaya başladı. Almancıyla ben peşinden koşmaya başladık. Ama yakalamak ne mümkün. Kızın geçtiği her yer yanıyordu. Kız önde biz arkada koşuyoruz. Aramızda ateşler. Çiftlik yanıyor. Personeller bağırıyor. Su yetiştirmeye çalışıyorlar. Kız çiftlikten çıktı. İlerideki dağlara doğru koşmaya başladı. Almancı ve ben peşinden koşmaya devam ediyoruz. Edemiyoruz sürünüyoruz. Dağ da yanıyor. Kız ateşler içinde kayboluyor. Çaresiz geri dönüyoruz. Çiftlik yanıyor. Personel itfaiye çağırmış. Yangın sönmüyor. Dağın yangını, çiftliğin yangını, Almancının o çiçeğe olan yangını, benim kıza olan yangınım, hepsi karışıyor birbirine. İtfaiye yetemiyor.

Çiftlikten geriye bu harabe ev, bu duvarlar kaldı. Almacıyı sorarsan kimse bilmiyor. Kimi Almanya’ya döndüğünü, kimi hâlâ Alplerde o kızı aradığını, kimi çoktan canına kıydığını söylüyor.

E. Ecran