Daha Şansölye Merkel vazifesine gelmeden çok çok evvel. Hatta II. Wilhelm, Pâyitaht-ı İstanbul’a gelip de elini gözüne siper eyleyip etrafı kestikten sonra yanındaki yaverine eğilip: “Wow, Alter! Was für eine wundervolle Stadt das ist. Ich wünschte, es wäre meins.” demesinden ve az kalsın rıhtımdan düşeyazmasından da çok önce. Hükümdar Conrad zamanında. Belki ondan da öncedir. Hameln kasabasında Pied Piper nam bir deli oğlan vardı. Anasını yanına alıp kaç kapıya kız istemeye gitse bir anasına bir buna bakılıyor, kapılar suratlarına şak diye kapatılıyordu. Çalmadıkları kapı kalmadı. Eh hâliyle Pied Piper de epey bir süre bekar kaldı.
Anası Angela dedi ki: “Ulan oğlum, sadece burası yok ya evlenmelik kızı olan. Köln’e kadar yolu var. Elbet buluruz bir helal süt emmiş. Tasalanma. Tanrı’ya dua et. Rızkı da barkı da eşi de veren Hüda’dır.”
Böyle böyle dolaştılar. Kasabalar gezdiler. Çok kapılardan döndüler. Bir kız babası da demedi ki: Hay hay. İşin gücün yok ama senin yanık kaval çalmandan sebep verdim kızı gitti.” Der mi? Kaval çalana kız nerede öyle? Burası Almanya. Belki de Kutsal Roma- Germen İmparatorluğudur. Pied Piper durdu durdu patladı sonunda: “Eh bana da kavalcıların ustası Pied demesinler. Kapıma geleceksiniz de iş işten geçmiş olacak. Pişman edeceğim sizi. Âl-i Osman kapısına varacaksınız gelin bizi bu deliden kurtarın diye de Âl-i Osman sefil hâlinize gülecek yürü breh diye.”
Bir gün ortalıktan kayboldu Pied Piper. Hameln’e geri döndüğünde elinde daha gür ve yanık sesli bir kaval vardı. Bir çalmaya başladı, kasabanın tüm kızları peşine takıldı. Yetmedi titreşimler dalga dalga Alman ülkesine yayıldı. Ne kadar evlenecek çağda kız varsa bu deli oğlanın peşine düştüler. Kızların anaları babaları, yedi bela ağabeyleri ayaklandı. Ama nafile. Kızlar büyülenmiş gibi takip ediyorlardı kavalcıyı. Hükümdar Conrad’ın da kulağına gitti bu durum. Belki Hükümdar Matthias’ın kulağına gitmiştir. El bu. Ne bilelim. Hükümdar cümle komutanlarına emir verdi. “Durdurun şunu,” dedi. “Rezil olduk Osmanlı’sına da Moskof’una da.” Komutanlar atlarına atladılar, süvari birliklerini topladılar. Yollara dizildiler. Baktılar ki ufukta ip gibi dizilmiş memleketin cümle Julie’si Lena’sı bir meczubun peşine takılmışlar, aşa aşa gidiyorlar yolları. Atları sürdüler sürdüler. Ta ki yanlarına vardılar. Komutanlardan biri kılıcını çekti, kavalını çalıp duran Pied Piper oğlana: “Wilhelm von Holland namına -belki Kastilyalı Alfonso’dur, bilemiyoruz- seni tutuklamaya sonrasında yine hükümdarın emriyle seni idama götürmeye geldik. Elinden o suç aletini bırak. Kızlar da evlerine dönsün.” dediyse de oğlan durmadı. Dahası sesten atlar da büyülendi, huzursuzlandı. Sahiplerini attılar üstlerinden, tekmelediler. Ne ettilerse sakinleştiremediler atları. Gerisin geri döndüler.
Pied Piper ve peşindeki kızlar bir ovaya vardılar. Pied bir aralık durdu ve dedi ki: “Güzelce sıralanın buraya.” Kızlar efsunlanmış gibi düzenle yerleştiler yerlerine. Pied hınçla kavalını yeniden üflemeye başladı. Bu sefer başka bir hava çaldı. Kızlar günebakanlar gibi başlarını kaldırdılar önce. Ellerini uzattılar sonra göğe. Pied devam etti üflemeye. Kızlar yapraklar gibi titrediler sonra. Yüzlerinin yerini bir boşluk aldı. Saçlarının yerini rengârenk yapraklar. Pied gayretle devam etti. Kızların narin vücutları inceldi inceldi. Yapraklı bir gövdeye dönüverdi. Melodiler yükseldi ovada. Germen kızlarının hepsi birer çiçeğe dönüşüverdi. Çeşit çeşit, renk renk. En son kız da toprağa bağlanınca bir nergis olarak, Pied kavalını üflemeyi bıraktı. Baktı ki bir ova dolusu çiçek. Baktı ki âdeta bir çiçek çiftliği. Gurur duydu kendisiyle. “Şimdi,” dedi “şimdi burada güneşin altında ailenizden uzakta yaşayın bakalım birlikte.” Kahkahayla gülerken Pied Piper, zavallı çiçekler hafif rüzgârla usuldan sallanıp duruyorlardı. Başları günebakanlar gibi yukarıda. Nazenin vücutları toprakta.
Pied Piper ayrıldı ovadan. Çiçekler bir başına kaldı.
Yıllar yılları; Osmanlı, gâvurları kovaladı. Ovadaki çiçek tohumları Almanya’nın dört bir yanına dağıldı da ülke dışına bir avuç bile çıkarılmadı.
Yıllar yılları; yoksulluk, insanları gurbete çalışmaya kovaladı. Almanya yoluna düşen gurbetçiler, bavullarını yanına aldılar önce. Başlarını sokacak bir ev, yiyecek ikinci bir lokmayı da bulunca hanımlarını ve çocuklarını da aldırdılar yanlarına. Berlin duvarının dibinde nice Osmanlar, Zekeriyalar, nice Ayşeler, nice Ramazanlar koşturdular. Beyinin fabrikadan dönmesini bekleyen nice Zülfiyeler, duvarın dibine bahçeler kurdular da domates biber yetiştirdiler. Almanya gurbetçilerin durağı oldu nesiller boyu.
Amasya’dan aşa aşa Alman toprağına çalışmaya gelen İsmail de karısı ve iki kızıyla kavrulup gidiyordu kendi yağında. Arada memleketteki ana babasına para yolluyor, izin zamanları çikolatadır kahvedir işte ne varsa yığınıp gidiyordu yanlarına. Babası az yalvarmadı, dön gel artık. Çocukların büyüdü. Gâvurun elinde gâvura benzerler, dediyse de dinletemedi. Okul okuyacaklar, para lazım baba, dedi. Hem oralı hem buralı olsunlar, lazım olur dedi diretti. Dönmedi.
İsmail bir bahar akşamı eve dönerken yolda hemşehrisi Mehmet’e denk geldi. Mehmet, selamdan hatırdan sonra içini çekerek dedi ki: “Bize yol göründü ağabey. Haftaya temelli dönüyoruz memlekete.” İsmail ne dönmesi diye üsteleyince: “Bizim mahallede geçen hafta bu gâvurlar yangın çıkardı. Duymadın mı?” dedi. “Boşaldı mahalle. Bizim oğlana da okulda rahat vermiyorlar. Hanım desen bizi de yakacaklar, diye korkudan uyku uyumuyor. Parası batsın. Gideceğiz.” dedi. Bir süre öylece durdular. Sarılıp ayrıldılar.
Düşüne düşüne eve girecekti ki yan komşusu Günter durdurdu İsmail’i. “Ne o?” dedi. “Sind Ihre Schiffe im Schwarzen Meer gesunken?” İsmail’i de ailesini de severdi Günter. Kendi hâlinde yaşlı bir adamcağızdı. Anlattı İsmail, böyleyken böyle dedi. Yangınlar, dedi. dazlaklar, dedi. Dönsek mi? dedi. “İçeri gel hele.” dedi Günter.
“Üstünlük bir hastalıktır.” dedi Günter. “Üstelik komiktir de. Ölecek bir varlığın bu iddiası komiktir. Bunların üstünlüklerini savunmaları yetmiyormuş gibi sizin affedersin ama aşağılık olduğunuzdaki ısrarları pek kavi. Yüzyıl geçse değişmezler. Sizi severim. Hem de pek. Ama var git kendi toprağının üstünde yaşa. Korkmadan hem de.” İsmail sessizce dinledi Günter’i. Hak verdi. Günter bir aralık ayrıldı İsmail’in yanından. Elinde bir paketle geldi. “Bu,” dedi. “Bizim ülkemiz sınırına çıkmamış çiçeklerin tohumudur. Atalarımdan kaldı. Buncağızı da sen götür memleketine. Ek bahçene. Buraları, beni hatırla.” Gözü doldu İsmail’in. Bir şey diyemedi. Evine geçti tohumları da alıp. O akşam uzun uzun konuştular. İşleri yola koyup döneceklerdi memlekete.
Bu konuşmadan bir ay sonra döndüler memleketlerine. Anası babası bayram etti. Üç gün yemek verdiler tüm mahalleye. Eh ne de olsa Alamancı İsmail ata yurduna dönmüştü. Kocaman bahçesi olan bir ev satın aldılar. Panjur bile taktırdılar.
Kış geçti. Bahar güneşi toprağı ısıttı. Cemreler birer birer düştü. Günter’in verdiği tohumları hatırladı İsmail. Bahçenin hatırı sayılır yerine bu tohumları ekti. Özenle baktı. Bakım, ilgi gören kim yeşermez? Çiçekler renk renk doldular bahçeye. Bir bakan bir daha bakıyordu bahçeye. Almancı İsmail’in çiçek bahçesi meşhur olmuştu civarda. Akın akın ziyarete geldiler. Tohumundan istediler. "Sonbaharda gelin vereyim." diye söz verdi isteyenlere İsmail. Gerçekten de dağıttı bu güzelim çiçeklerin tohumlarını.
İsmail kış yaklaşınca sera yaptı çiçeklerine. Günter'den mirastı. Bu Alamanya hatıralarına iyi bakmalıydı. Baktı da. Çiçekler hem İsmail'in serasında hem memleketin dört bir yanında çoğaldı çoğaldı. Çiçekler büyüdü, İsmail' in kızları da evlenecek çağa geldi.
Bir gün kapıları çalındı. İsmail açtı kapıyı. Baktı ki çer çöp gibi bir oğlan. Yanında da anası. İkisinin de üstünde başında yok. Niyetlerini anladıysa da Tanrı misafiridir, dedi. İçeri buyur etti.
Çaylarını içerlerken söze girdi kadın. “Benim oğlan klarnetçidir. Kızınızı görmüş beğenmiş. Eh Allah’ın emri peygamberin kavliyle kızınızı oğluma isterim.” deyiverdi. İsmail’le karısı bir anasına bir oğluna baktılar. Gözleriyle anlaştılar. Bu işin oluru yok, dediler. Kızı daha evlendirmeyeceğiz, dediler. Başlarından savdılar. Oğlan ve anası boyunlarını büküp gittiler.
Ama kız kısmı bir kerede mi verilir? Böyle dedi klarnetçi oğlanın anası. Bir daha varalım, dedi. Bir daha vardılar. Bir daha olmaz, dedi Almancı İsmail.
Derken bir daha. Bir daha. Nuh dedi de peygamber demedi İsmail. Vermedi kızını.
Oğlanın gözü döndü. Deliye döndü. “Bir şey etmeli ama ne?” diye düşündü durdu. Derken aldı eline klarnetini. Yanık yanık çalmaya başladı.
Sokaklarda dolaştı. Caddeleri aştı çala çala. İsmail’in evinin önüne geldi. Bir çaldı iki çaldı. Baktı ki İsmail elinde saçmalısı hışımla üstüne geliyor. Korktu kaçtı.
Pes etmedi. Her gün çaldı, her vakit. İsmail her seferinde kovaladı oğlanı. Kız, pencere kenarında kıkırdayarak izliyordu bu ufak tiyatroyu. Babası arkada, klarnetçi önde koşturmaları.
Bir gün, bu son, dedi içinden klarnetçi. Daha da çalmam. Terk ederim buraları bu sefer de olmazsa.
Öyle bir hava tutturdu ki. Bahçedeki çiçekler güzelim başlarını çevirdiler sesten yana. Dallardaki kuşlar sustular. Kız da pencere kenarından bakıp duruyordu yine oğlana. Derken dondu kaldı. Derken tutuldu bir efsuna. Baktı ki bohçası kolunda. Baktı ki ayakkabılarını giyiyor. Baktı ki ana babası uyuyakalmış.
Mahalleden uzaklaştılar. Kız arkada, oğlan önde. Ses uzaklaştı.
Günter’in çiçekleri bahçede salınırken İsmail rüyasında Almanya’daydı. Perişan kılıklı bir oğlan bağırıp duruyordu çevresindeki kalabalığa: “Benim adım Pied Piper! Kim beni ciddiye almazsa en değerli çiçeğini çalarım.” Sinirlendi İsmail bu densiz oğlana, uykusunda huzursuz kıpırdandı. İsmail’in kızgın bakışlarını fark etti Pied onca adamın arasından.
Pied Piper topluluğu süzerken en çok İsmail’den nefret etti.