Babamın şaibeli bir ölümü vardı. Trafik kazasında vefat etmişti. Fakat kazanın şaibeli olduğuna benden başka kimse inanmıyordu. Annem bile…
Babam kimyagerdi. Kazaya kadar da Almanya'da yaşadık. Vefat edince de tası tarağı toplayıp Türkiye'ye yerleştik. Buralara hiç yabancı değildik çünkü babam sık sık bizi Türkiye'ye götürürdü. Öyle yılda bir iki kere falan değil, hemen hemen ayda bir iki kere götürürdü. Bunun nedenini o zaman anlayamamıştık. Sorduğumuzda da " Ben ülkemi çok seviyorum, özlüyorum. İstiyorum ki ordan ayrı büyümeyin. Buraya alışmayın, sizin yurdunuz orası." derdi. Ne kadar gidip gelsek de biz bu durumdan şikayet etmiyorduk çünkü Türkiye'yi seviyorduk.İşin aslı esas nedeni bize söylememişti. Esas nedeni seneler sonra kimyager olduğumda öğrendim. Biz her Türkiye'ye geldiğimizde mahalledekiler hoş geldine gelirdi. Babam her birine ayrı ayrı hediyeler verirdi. Bize mahallede Almancılar diye seslenirlerdi. Babama şaka maksatlı "Hayırdır Almancı, annenin sen giderken akıttığı yaşlar kurumadan hemen döndün?" derlerdi. Babam da " Yaşlarını silmeye döndüm" derdi.
Kazadan sonra annem, babamın bazı kişisel eşyalarını, severek kullandığı şeyleri, kitaplarını, defterlerini ve bizim eşyalarımızı ayırıp geri kalan her şeyi satmıştı. Satar satmaz da bizi alıp Türkiye'deki evimize götürmüştü. Birkaç yıl içime kapanık yaşamıştım. Çok üzülüyordum ama okulla beraber dışarıya açılmaya başlamıştım. Biraz daha büyünce babam gibi kimyager olmaya karar vermiştim, oldum da.
Yaklaşık bir buçuk sene önce ben laboratuvarda, kardeşim üniversitesi için başka şehirdeyken annem evde tek kalmıştı. Her geçen sene yorgunluğu daha çok artıyordu. Gün boyu otursa da sanki bir iş yapmış kadar yorulup hemen uyuyabiliyordu. Yine öyle bir gün ocağın altını açık bırakmış ve oturma odasında uyuyakalmış. Ocak pencerenin yanında olduğu için alevi perdeye değmiş ve tutuşmaya başlamış. Haliyle peşi sıra bütün mutfak yanmaya başlamış. Yangın oturma odasına da sıçramıştı. Annem yangını fark etmiş ama etrafı sarılı olduğu için hareket edememiş sonra da bayılmış. Komşular da fark edince hemen itfaiyeyi arayıp bana haber vermişlerdi. Çok telaş yapmıştım ve çok korkmuştum. Mucize bir şekilde kurtulmuştu oradan. Birkaç gün hastanede kalmıştık. Eve bakmaya gittiğimde ev viraneye dönmüştü.
Sağlam eşya kalmış mı diye içeri girecekken daha önce görmediğim biri bana " Siz Almancı değil miydiniz? Kül olan eşyaların peşine mi koşuyorsunuz? Siz bunlardan 10 katı daha iyisini alırsınız. Gerçi belki de paralarınız içerde kalmıştır onu almaya gidiyorsundur." demişti. Hadsizdi. Çok sinirlenmiştim ama ona bir şey söylemeye değmezdi. Tiksinerek bakmış ve içeri girmiştim. Odama çıkıp önce sağlam olan eşyalarımı ayırmıştım. Sonra da diğer odalara gitmiştim. En son mutfağa girdiğimde kilere de bir bakayım demiştim. Kilere girdiğimde başka bir kapıyla karşılaşmıştım. Daha önce görmediğim bir kapıydı. O an bu duruma çok şaşırmıştım. Defalarca kilere girmeme rağmen karşılaşmadığım kapıyla yangından sonra karşılaşmıştım. Kapıya doğru yaklaşmıştım. Hafif aralıktı. Kapı da içerisi de yangından payını almıştı. Fakat kül olma derecesine gelmemişti. İçerde anladığım kadarıyla kitap ve defterlerle dolu kitaplık ve çalışma masası vardı. Kitaplığa yaklaşıp defterleri elime alıp kurcalamıştım. Tüm bunları yaparken şaşkın ördek gibi ağzım bir karış açık kalmıştı. Elime aldığım herhangi bir defteri açtığımda ilk sayfasında babamın ismini görmüştüm. Bu sefer ağzım iki karış daha açılmıştı. Defteri çevirince içinde çalışmalarına dair notlarını görmüştüm. Orasının çalışma odası olabileceğini düşünmüştüm ki öyleydi de. Fakat neden bu yeri seçtiğini ve herkesten gizlediğini anlayamamıştım ta ki o bir tarafı yanmış masanın ucundaki defteri okuyana kadar. Deftere her gününü yazmıştı. Ama Türkiye'de geçirdiği her günü. Yere çömelip okumaya başlamıştım. Okuyup bitirdiğimde beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Okuduklarım ağır gelmişti. Meğer babam kansere doğal yollarla ilaç yaparak kesin tedavi yöntemi geliştirmeye çalışıyormuş. Fakat beni asıl şaşırtan ise babama engel olmaya çalışmaları idi. Almanlar ve piyasa sahipleri engel olmaya çalışıyordu çünkü engel olmazlarsa kesin tedavi ile kimyasal ilaç satılmayacak ve ekonomileri yerle bir olacaktı, insanları kendilerine bağlayamayacaklardı. Babamı tehdit etmişler Almanya'daki çalışmaları sırasında. Orada tehdit alınca Türkiye'de çalışmalarına başlamıştı. O yüzden biz sık sık Türkiye'ye geliyorduk. Muhtemelen de babamın Türkiye'de yaptığı çalışmalardan haberdar olmuşlardı. Trafik kazasının bir kaza değil cinayet olduğunu düşünmüştüm o an. Ve hâlâ öyle düşünüyorum. Aydınlanma yaşamıştım. Neden temelli Türkiye'ye taşınmadığımız hakkında bir şey yazmıyordu. Vardı demek bir bildiği.
Deftere her yaptığını aşama aşama yazmıştı. Ben o gün onun bayrağını teslim aldım. Artık çalışmasının devamını ben getirecektim. Bazı eksik şeyler vardı ama çalışarak halledecektim, hallettim de.
Kara gülün özüyle yapılan bir ilaçtı bu. Babamın somut çalışmasını bulabilseydim onunla devam edecektim fakat çalışmasını nerede yaptığını bulamamıştım. Belki de ortadan kaldırmışlardı onu da. İlk önce kara gül bulmam gerekiyordu. Bunun için ise Halfeti'ye gidecektim. Kara gül orada yetişiyordu. Yeri yurdu orasıydı başka topraklara giderse özünü kaybedip herhangi sıradan bir güle dönüşüyordu. Hakikî kara gülü almak için Halfeti'ye gitmiştim. Orada çoğu yerde büyük büyük seralar vardı. En yakındakine gittiğimde çiftçi yıllardır kara gül yetişmediğini tüm çiftçilerin ve kara gül yetiştiricilerinin ilk yıllar çok şaşırdığını, sonradan ise klimatologların aratıştırma yaptığını, iklim değişikliğinden dolayı kara gülün artık yetişmeyecek olduğunu söylemişti. Babamın düşmanlarının bir işi mi diye düşünmüştüm. Ta oralardan nasıl içimize karışabilirlerdi?
Hiç mi yetişmiyor diye sormuştum. Seralarda yetişmediğini tek tük bazı yerlerde gördüğünü söylemişti. Teşekkür edip diğer seralara gitmiştim. Her biri aynısını söylemişti. Geri dönerken elinde kara gül ile giden bir kız çocuğu görmüştüm. O güzelim yaprakları koparıp başından yukarı atıyordu. Hemen yanına gidip gülü nereden bulduğunu sormuştum. Babamın çiftliğinden demişti. Beni oraya götür müsün diye sorunca da kafasını sallamıştı. Beraber çiftliğe giderken beni küçük bir seranın önüne getirmişti. Sera dediğim ise branda ile oluşturulmuş küçük bir alandı. Önünde durmuştu kız. Neden durduğunu sorunca bana "Geldik çünkü." demişti. Çiftlik deyince büyük bir yer hayal etmiştim. Brandanın üzerine "Çiçek Çiftliği" yazılmıştı. Küçük bir tebessüm etmeme vesile olmuştu. Biz orada dururken babası olduğunu düşündüğüm çiftçi yanımıza gelmişti. Ne istediğimi sorunca kara gül aradığımı söylemiştim. Kara gülü satmadığını söylemişti. Onu ikna etmeye çalıştım. Bir türlü ikna olmamıştı. En sonunda neden kara gülü istediğimi ona anlatmıştım. Kaşları çatılarak beni dinlemişti. Sonra da demişti ki "Kaç sene önce senin gibi bir kimyager geldi bana. Adı neydi unuttum ama Almancı derdim ona. Senin dediklerini anlatmıştı bana ama gerçekleştiremeden vefat haberini aldım." Gözümden yaş akmıştı. "O benim babamdı." demiştim. "Onun hatrına sana bu gülleri vereceğim ama babanın hayalini gerçekleştir evladım." Gerçekleştireceğim inşallah deyip güllerimle eve dönmüştüm.
Kimsenin görmemesi için laboratuvarda değil evimde, odamda çalışıyordum. Birkaç gün gülleri masamın üzerinde incelemiş, özlerini çıkarmaya başlamıştım. Çıkardığım özleri özel kaplara koymuştum. Bir kasa gülden geriye iki demet gül kalmıştı. İlacı tam ölçüde yapabilmem için onlara da ihtiyacım vardı. İhtiyacım olan bazı malzemeleri almaya gidince gülleri masanın üzerinde bırakmıştım. Yaklaşık üç saat sonra eve döndüğümde etrafı çiçek bahçesi gibi bir koku sarmıştı. Güzel anam kim bilir neler pişirmiştir. Yemek kokusu ile çiçek kokuları birleşmişti. Normalde evdeki çiçekler böyle güzel kokmazdı. Yukarı odama çıkınca güllerin masada olmadığını görmüştüm. Tam o esnada annem arkamda belirmişti. " Hadi oğlum ellerini yıka da yemek yiyelim." Ben güllerin derdine düşmüşken gülleri görüp görmediğini sormuştum. O da dedi ki " Ha oğlum baktım onlar soldu solacak dedim bari boşuna gitmesinler bir güzel reçel yaptım onlardan. Ama görüntüsü zift gibi oldu. Ama tadı lezzetli, sen seversin." Hayretler içerisinde suratına bakmıştım. Şaka yaptığını düşündüm bir an. Gerçek olmadığını düşünmüştüm ama gerçekti. Bir daha Halfeti'ye gitmem gerekecekti ki ya yoksa diye de endişelenmiştim. Adama karşı kendimi mahcup hissetmiştim. Adamın numarasını almıştım. Onu arayıp kara güllerin yetmediğini, çiftliğinde olup olmadığını sormuştum. Tabii ki annemin onlardan reçel yaptığını söylememiştim. O da var demişti. Ertesi gün tekrardan geleceğimi söylemiştim. Annem zorla reçeli bana yedirmişti. Ne yalan söyleyeyim renginin aksine dünyada yediğim en güzel reçeldi.
Benim kansere doğal tedavi bulma maratonum bu şekildeydi gençler. Siz, siz olun asla pes etmeyin. Engellemeye çalışanlara rağmen dimdik ayakta durun.