Gazeteci Servet Aslı

Hasna Para

Hasna Para

Gazeteci Servet Aslı

I.

Mandalina bahçesinin sonundaki dere yatağından şırıl şırıl akan su sesi buraya kadar ulaşıyor. Su sesi esen rüzgâra çarpa çarpa ilerliyor. Kasabanın girişindeki yel değirmenin pervanesinden çıkan vın vın sesi rüzgârın ritmine göre uzayıp kısalıyor. Vıın vıın. Vıııın vıııın. Rüzgâr kokuları da taşıyor. Dağ kekiği kokusu. Mehmet amcanın çiftliğinden gelen tezek kokusu. Yağmur sonrası toprak kokusu. Şimdi hâkim olan dağ kekiği. Güneş en güzel hâliyle yukarıda. Yakmıyor, ışığını tenimizde gezdiriyor.

Bir saat sonra sepetlerimizi dolduracağız. Şimdi dinlenme zamanı. Başım annemin dizinde, güneş tepemizde, dağ kekiği rayihası dört bir yana yayılmışken huzur yanı başımızda. Annemin parmak uçları saçlarımın arasında geziniyor. Annem yüzüme öpücükler kondurmak için eğildikçe kızıl kahve saçları gittikçe koyulaşan sarı saçlarıma karışıyor. Bu ân hiç bozulmasın istiyorum. Ama az bir zamanımız kaldı. Mandalinaları toplayıp sobayı tutuşturmamız, karnımızı doyurduktan sonra biraz daha mandalina toplamamız gerekiyor. Annem sobayı tutuşturduktan sonra, elbette ben de ona yardım ediyorum, sobanın üstüne mandalina kabukları koyuyoruz. Evin içine yayılan o koku hiç bozulmasın istediğim ânlardan bir diğerini oluşturuyor. Mandalina kokuları eşliğinde kahvaltımızı yapıyoruz. Ayşe teyzeden bir kilo mandalina ile takas ettiğimiz az bir miktar tereyağı eşliğinde. Tereyağı çok kıymetliymiş. Bu sebepten bir kilo mandalina karşılığında yüz gram bile gelmeyecek kadar tereyağı alabiliyoruz. Az olduğu için daha lezzetli. O tereyağı bize beş gün kadar gidiyor.

Şimdi, mandalinaları toplamımıza daha varken, biraz dinlenmek istiyorum. Başım annemin dizinde, annemin eli saçlarımda, güneş biraz daha batıya meyletmişken bu his rüzgârın esişinden daha serin. Gece yatağımın, yorganımın buz gibi olması için beş dakika pencereyi açıp odayı havalandırdıktan sonra yatağıma girince yaşadığım histen de daha serin. Serin bir rüyaya bırakmak istiyorum kendimi. Annemin yüzüne, yüz hatlarının her bir kıvrımına, rüzgârla uçuşan kızıl kahve saçlarına son kez baktıktan sonra gözlerimi kapıyorum.

Gözlerimi açıyorum. Serin bir rüya sonrası gerçekliğe uyanıyorum. Şimdiye. Masada bir yığın dosya, bakılması gereken işler; bilgisayar ekranında dönüş bekleyen mailler, haber sitesi sekmeleri beni bekliyor. Saat 14.04. Bir saat boyunca, bekleyen maillere yenileri eklenmiş. Telefonumda 9 cevapsız çağrı. Odamın kapısını açmaya gidiyorum. Ofistekiler alıştılar bu duruma. Günde bir saat kapımı kilitliyorum. O sırada kapımı tıklatanlar, ismimi seslenenler çok acil bir iş olsa da cevap vermiyor oluşuma alıştılar. “Servet Bey uyuyordur herhâlde. Ayılar dahi kış uykusuna böyle derin yatmıyordur ama…” dedikodularını “Hep zor davaları araştırıyor. İstihbarata çalışıyor olmasın…” dedikoduları takip ediyor. Hepsi de epey komik tahminler.

Kapım çalınıyor. Buyur, diyorum. Resepsiyonist kız yanında resmî giyimli bir hanımefendiyle birlikte içeri giriyor. Başıyla selam verdikten sonra konuşuyor.

“Avukat Nilüfer Yankı. Görüşmek için sözleşmişsiniz Servet Bey.”

“Sözleştiğimizi hatırlamıyorum.” Kız panikliyor. Sözü avukat hanım alıyor.

“Sizinle iletişime geçmiştim. Farabi Çetesi hakkında konuşmuştuk. Buraya gelmeden evvel de birkaç kez aradım ancak ulaşamadım size.”

“Konuştuğumuzu hatırlıyorum ancak sözleştiğimizi hatırlamıyorum.”

“Konu sizin de ilginizi çekmişti.”

“Evet çekmişti. Sanırım avukatların böyle alışkanlıkları oluyor. Söylenen sözleri ve eylenen davranışları başka yerlere çekiyorsunuz.”

“Buraya Seyhan tarafından geldim. Anlayacağınız üzere epey yol katettim. İşini iyi yapan bir gazeteci olduğunuzu düşünmüştüm. Sanırım yanıldım. İyi günler dilerim.”

“Bekler misiniz lütfen?” Sandalyemden kalkıp yanlarına gidiyorum.

“İyi bir gazeteci olmaya gayret ediyorum. Sadece şeffaflıktan yanayım. Sizi gücendirmek istemezdim, epey yol gelmişsiniz, ancak kelime seçimleri hususunda hassasım. Konuşmak isterseniz her zaman buradayım.”

II.

Farabi çetesinin ünlü filozof Fârâbî ile yakından bir ilgisi yok, belki uzaktan vardır. Çete üyeleri Farabi Lisesi mezunlarından oluşuyor. Nilüfer hanım enine boyuna araştırmış. Esasen, Farabi Çetesinin davalı konumda olduğu bütün davaları kaybettiğinden, her nasıl oluyorsa çete ardında herhangi bir kanıt, ufacık iz dahi bırakmadığından, bu işin hakkından bir başına gelemeyeceğini düşünmeye başlamış. Benim yaptığım haberleri görmüş. Cesurca, dedi. Gururum okşanmadı desem yalan olur.

İşi kabul ettim. Ne yapabileceğimize bakalım. Nilüfer hanım ikili deri koltukta oturmuş belgeleri inceliyor. Orta sehpa kâğıt yığını ve telli dosya destelerinden görünmüyor. Bense odada bir aşağı bir yukarı gidiyorum. Bir şeyler bulmalıyım ama zihnim çok dolu. Zihnimi boşaltmak adına teybi çalıştırıyorum. Kasetten Jim Croce parçası çalıyor. Bir aşağı bir yukarı adımlamaya devam ediyorum. Suç işleyen ancak geride tek bir iz bırakmayan bir çete. Geride iz bırakmıyorlar mı yoksa dikkatli bir göz henüz bu işin peşine düşmemiş mi?

Mesai bitiminde eşyalarımı sırt çantama yerleştirmeye başlıyorum. Nilüfer hanım, çıkıyor musunuz, diye soruyor. Çıkıyoruz, diye yanıtlıyorum.

“Nereye?”

“Mesai bitti. Burayı kapatırlar birazdan. Öğle yemeği yiyemedim. Neredeyse akşam oldu. Bir şeyler atıştırırız.”

“İyi olur aslında. Nereye gidiyoruz?”

“Türkmenbaşı’na. Namını duyduğum bir dönerci var.”

“Döner yemek için Türkmenbaşı’na mı gideceğiz? Ne özelliği varmış bu dönercinin, dönerleri altın kaplama mıymış?” Muzipçe gülüyorum.

III.

Dükkânın girişinde sevecen bir kadın karşılıyor bizi, içeri buyur ediyor. Mekân fena sayılmaz. Biraz küçük ama samimi. Köşelere süs bitkileri kondurmuşlar. Bizi karşılayan hanımefendi siparişlerimizi almak için bekliyor. Menü soruyoruz. Instagram sayfamızdan bakabilirsiniz, diyor. Allah Allah. Böylesine ilk kez şahit oluyorum. Avukat hanım telefonunu çıkarıyor. Acaba instagram kullanmayan, hatta telefon kullanmayan müşteriler menüye nasıl bakıyor? Kendi telefonlarından gösteriyorlardır belki. Gene de ün yapmış bir mekânın adamakıllı bir menü hazırlamasını beklerdim doğrusu.

Siparişlerimiz geliyor. Döner-kola menüsü meşhurmuş. Ondan söyledik. Porselen dikdörtgen bir tabakta önden üç çeşit sos ile kornişon ve jalapeno turşusu koyuyorlar masaya. Soslar ile turşular da küçürek porselen kaselere koyulmuş. Bismillah deyip başlıyoruz. Dönerin içinde sarımsaklı özel bir sos var. Yoğun sarımsak kokusu Kozan’da gittiğim Nazar Kafe’yi andırıyor hemen. Nazar Kafe’nin dönerinin üstüne döner tanımam. Yediğimiz dönerin tadı eh işte seviyesinde. İçindeki patatesler haşlanmış gibi. Dönerin içinde patates sevmiyorum.

Dükkânın sahibi çok ilgili. Tek tek masaları gezip hoşbeş ediyor. Bizimle de selamlaşıyor. Avukat hanım konuşmaya pek hevesli. İlk kez geldiğimizi, mekânın hoş bir havası olduğunu söylüyor. Bu ân içimde hoş bir his doğuruyor ancak o his hemencecik kayboluyor. Adam tek tek tüm masaları gezse de bizimle birlikte karşı masaya oturan ailenin yanına gitmiyor. Ailenin iki kadın ferdi tesettürlü. Bu durum beni rahatsız ediyor. Acaba kadınlar olmasaydı, babaları olduğunu zannettiğim adam ile iki oğlu olsaydı o masada yalnız, adam gidip onlara da selam verir miydi?

Yemeğimiz bitince kalkıyoruz. Avukat hanım hepsini bitiremeyip paket yaptırıyor. Kadınların midesi daha küçük oluyor sanırım. Dükkânın önüne çıkıyoruz. Avukat hanım soran gözlerle bakıyor.

“Üstüne bir çay iyi gitmez mi?”

“Servet Bey…” dedikten sonra gülümsüyor. “Geç oldu sanki.” Ben de tebessümle karşılık veriyorum.

“Bence bir bardak içmeliyiz.”

IV.

Çaycı Ziya’nın yerine gidiyoruz. Ziya beni görür görmez anlıyor bir iş için geldiğimi. Masalardan birine geçiyoruz. Avukat hanımı takdim ediyorum. Avukat hanım şaşkınlığını üstünden atamamış henüz. Böyle bir mekâna geleceğimizi sanmıyordu galiba. Ziya’ya çeteyi sorunca, en başından beri semte iş için geldiğimizi anlamanın şaşkınlığı okunuyor bu defa yüzünden. Ziya bu işleri bilir. Kirli işleri. Ziya temizleneli çok oldu. Emniyetle arası iyi. Gazetecilerden pek haz etmez, benim dışımda.

Çeteden haberi varmış. İnce malumat için yerinde ziyaret etmek gerek, diyor. Tebdil-i mekân giyinmeli diye de ekliyor. Sanki onlarla iş tutacakmışız gibi rol keseceğiz yani. Avukat hanım gözü kara olduğundan karşı çıkmıyor. Zaten avukatlar bilir en iyi bu işleri. Allah bilir daha önce de benzer işlere bulaşmıştır avukat hanım.

Yarın için sözleştikten sonra birer çay daha ısmarlıyoruz.

V.

Ziya’nın tarif ettiği adreste buluşuyoruz avukat hanımla. Krem rengi etek-ceket takımın içine somon rengi gömlek giymiş. Siyah loafer tarzı ayakkabısını siyah deri çanta ile kombinlemiş. Tanınmamak adına saçlarını perma yaptırıp afili bir güneş gözlüğü takmış. Bense beyaz bir tişörtün üstüne deri ceket aldım. Başımda siyah siperlikli şapka, altımda taşlanmış kot. Pek uyumlu bir çift gibi gözükmüyoruz buradan bakınca.

Binaya giriyoruz. Bizi cüsseli bir adam karşılıyor. Randevumuz olduğunu, Cemil Bey ile görüşeceğimizi söylüyoruz. Elindeki defteri şöyle bir karıştırıp, beni takip edin, diyor. Buraya kara para aklama için geldik. Yani öyle diyeceğiz. Zengin bir çiftiz. Paramızı Farabi çetesine emanet etmeye karar verdik. Muhtemelen belli bir yüzdeyle korumaya alınmasını istediğimiz paramızın bir kısmını alacaklar. Hikâyemiz bu.

Bizi bir odaya alıyorlar. Çete lideri Cemil Çakmak’ın odası sanırım. Girişte ilk odanın ortasına doğru sarkan kristal avize dikkat çekiyor. Yerde büyükçe bir Milas halısı var. Duvarlar kâğıt kaplama. Sağımızda Hopper’ın Gece Kuşları tablosunun çakması asılı. Bir çete lideri için ilginç bir seçim. Tablonun çerçevesi yok, kanvasın kenarları aşınmış. Odanın şaşasına tezat bir görüntü. Oysa görkemli bir çerçeve hem odaya yakışırdı hem de Cemil Çakmak’ın namına.

Uzun mermer masanın arkasında deri koltuğunda oturuyor Cemil Çakmak. Misafirler için yine tekli deri koltuklar tercih edilmiş. Adamı bizi tanıtıyor. Hiç uzatmadan kitabın ortasından konuşuyor Cemil Çakmak.

“Sizde ne kadar para vardı?”

“Çok.”

“Ne kadar çok?”

“Sizi de memnun edecek kadar.” Sahte bir tebessüm konduruyorum yüzüme.

“Evli misiniz ikiniz?”

“Evet, evliyiz.”

“İyi bakalım. Ercüment kasaların olduğu odaya götürsün sizi bir. Bakının etrafa. Konuşuruz gene.”

Adının Ercüment olduğunu öğrendiğimiz adam bizi kasaların olduğu odaya götürüyor. Yan yana dizilmiş çelik kasalarda ekstra güvenlik sistemi var. Odaya girdiğimizde avukat hanım kapıyı örtüyor hafifçe. Ercüment bize kasaları gösteriyor. Boş olduğunu tahmin ettiklerimizden birini açıp göstermek niyetiyle şifresini giriyor. O esnada avukat hanım nereden bulduysa bir sopayı geçiriyor adamın kafasına. Tabii ağzım açık kalıyor. O koca cüsseli adam bir anda yığılıyor yere. Dönüp bakıyorum avukata. “Çay kahveye de kalsaydık” diyor. Adamı bir kenara çektikten sonra dikkatlice odadan çıkıyoruz. Etrafı kolaçan edip senetler ve diğer belgelerin olduğu odayı bulmaya çalışıyoruz. Sırayla odalara girip çıkıyoruz. Bulamıyoruz bir türlü. Adam ne kadar baygın kalır acaba? Bulsaydık şu belgeleri.

En son girdiğimiz odadan çıkacakken yaklaşan ayak seslerini duyuyoruz. Kapıyı kilitliyoruz hemen. Önüne bir masa çekiyoruz, bir masa ve başka ne bulursak. Burada sıkıştık kaldık.

“Ne yapacağız?”

“Keşke adamı bayıltmadan önce sorsaydınız bu soruyu Nilüfer Hanım.” Ofluyor.

“Bir şeyler bulabilseydik hiç değilse polisi arardık. Şimdi polis baskın yapsa adamların izine sittin sene ulaşamayız.” Bir şeyler bulsaydık? Bir şeyler bulsaydık. Ne yapacağımı biliyorum sanırım.

“Nilüfer Hanım. Size bir şey söylemem gerekiyor. Belki bu size çılgınca gelecek. Ama bana güvenebilirsiniz.”

“Nedir?”

“Benim bir yeteneğim var.”

“Çetenin hakkından gelecek türden bir yetenek mi? Dövüş sanatı mı biliyorsunuz yoksa.” Sinirden gülüyor.

“Nilüfer Hanım, lütfen beni dinleyin. Her gün günde bir saat daha önce yaşadığım bir ânı tekrar yaşayabiliyorum.” Anlamsız bir ifadeyle yüzüme bakıyor. Devam ediyorum.

“Yaşadığım ânı değiştiremiyorum ancak zihnim oldukça canlı. Şimdiki zihnimle o ânı tekrar yaşıyorum.”

“Servet bey delirdiğinizi düşünmeye başlayacağım.

“Hayır delirmedim. Bakın Nilüfer hanım. Bunu daha önce de yaptım. Her gün yapıyorum. Belki gazeteden çalışanlar günün belli bir vaktinde hiçbir şekilde odamdan çıkmadığımdan bahsetmiştir size. O gün beni arayıp ulaşamadığınızda da geçmişten bir ânı tekrar yaşıyordum.”

“Bundan daha önce neden bahsetmediniz o hâlde?”

“Henüz tanıştığım birine böyle bir durumu nasıl anlatabilirdim? Kimse bilmiyor. İlk kez size söylüyorum.” Odada aşağı yukarı yürümeye başladı. Bir miktar ikna olmuş gözüküyordu.

“Eğer hiçbir şeyi değiştiremiyorsanız bunun bize ne gibi bir faydası olacak?”

“Değişiklik yapamam belki ama gözden kaçırdığımız neyse onu bulabilirim. Sizden sadece sakin olmanızı bekliyorum. Uzun sürmeyecek. Ben gözlerimi kapadıktan sonra yirmi dakika dayanın.” Odanın bir köşesinde duran sopalardan birini alıp eline tutuşturuyorum.

“Metanetli olun. Size hiçbir şey olmayacak inşallah. Yirmi dakika sonra polisi arayın. O zamana belgelerin yerini öğrenmiş olacağım.” Başıyla onaylıyor beni. Güçlü gözükmeye çabalıyor ama korkudan titreyen gözleri onu ele veriyor. Gözlerimi kapatıyorum.

Gözlerimi açıyorum. Binanın girişinde cüsseli bir adam karşılıyor bizi. Elindeki defterden randevumuzu doğruladıktan sonra Cemil Çakmak’ın odasına götürüyor. Odadan girince kristal avizeyi görüyorum ilk. Avizede dikkat çeken bir şey yok. Sağımızda Gece Kuşları tablosu asılı.. Cemil Çakmak deri koltuğunda oturuyor. Hemen önünde mermer bir masa var. Masanın üstünde üç beş belge var. Masada ya da masanın çekmecesinde olamaz. Bu kadar göz önünde değildir. Yerdeki Milas halının desenlerine daha bir dikkatle bakıyorum bu defa. Bir önemi yok belki ama ne görürsem incelemek istiyorum. Hiçbir şeyi kaçıramam. Cemil Çakmak ile aynı diyaloglar yaşanıyor. Odadan çıkarken fark ediyorum. Girişte dikkatimi çekmişti. Tablo. Gözlerimi kapıyorum.

Gözlerimi açıyorum. Başımda avukat hanımla birlikte birkaç kişi daha var. Polisler ve sağlık çalışanları. “Tablo” diyorum. “Tabloya bakın. Cemil Çakmak’ın odasında.” Polisler önden biz onların arkasından gidiyoruz. Tabloyu yerinden kaldırdıklarında boş duvar duruyor. Hiçbir şey yok dercesine bana bakarlarken kâğıdı yırtıyorum. Kâğıdın arkasında bir çelik kasa var. Polisler dahil herkes çok şaşırıyor.

VI.

Gazetemiz Farabi Çetesi baskınını haber yaptıktan sonra birkaç yerden teklif alıyorum. Yerel gazete de olsa bırakmaya niyetim yok. Nilüfer Hanım da bürosundan ayrılıp bireysel çalışmaya başlıyor. Sanırım bundan sonra ikimiz daha yakın olacağız.