O güne gidebilse neler yapmazdı. Bunu istiyordu Allah’tan: O güne gidebilmeyi. Gidip bir şeyleri değiştireceğine inanıyordu ama olmayacağını biliyordu. Bilmenin önüne geçecekti inanması. Ama bir güç geçmesine engel oluyordu. Yaşamanın bu olduğunu fark ettiği ânlarda çaresizliği yüzüne vuruluyordu. Kul olmanın kendisi. Kendine gel ve kendini bil, bul. Bir adım ileri gidemeyeceğini bile bile bu yola girme. Aynaya karşı sanki. Ama ayna yok. Günün herhangi bir vakti, önemli değil. O günü, o saati yeniden yaşadıktan sonra. Kendine bunları söylerken buldu kendini. Hangisinin gerçek kendi olduğunu bilmiyor.
O günü, o saatleri yeniden yaşamak için dua ederken avuçlarını kapatmamıştı. Saatler geçmişti, ellerinden bir soğukluk inmişti bedenine. Bir şeyleri değiştirebilirim, diye bir düşünce peydahlanmıştı. Kafasının bir köşesine sokulmuştu da çıkmıyordu. Diğer türlüsünü kabul etmek istemiyordu. Bir şeyleri değiştiremeyeceğini biliyordu ama inanmıştı.
Yeniden yeniden o saatleri yaşadıktan sonraki hissin bayağılığı hiç mi rahatsız etmezdi bir insanı? Bunu sormuştu defalarca kendine. Cevabını bildiği soruları sormakla geçmişti altı yılı. Sorular birbiri ardınca geliyor, onları matruşka gibi görüyordu. Bugünden payına düşen de buydu.
Yaşamanın ne olduğunu bildikten sonra bir dağın dibinde, bir dere kıyısında buldu kendini. Böylesi bir şey beklemiyordu hiç. Yemek içmek ve uyumaktan başka ne olabilirdi ki hayat? Bu sorusuna gerçek cevabı bulduğunda onu bir ağlama tuttu. Hüngür hüngür ağladı. Dağları delerdi çığlıkları, öyle zannediyordu. Karşı mahalleye bile gitmedi. Ömrünün kayda değer bir kısmını bu farkındalığın şaşkınlığıyla geçirdi. Yeterince şaşmamış olacak ki harekete geçmedi.
İnsanları gördü. Bir insan, iki insan, üç insan. Kendini gördü. İnsan bu muydu diye baktı insanlara. Dağın eteklerini ıslatan dereye sordu. Bir cevap bulamadı. Ellerini açtı, dua etti. Allah’ım, n’olursun, dedi. Allah’a ikinci tekil şahıs kipiyle yaklaşmanın samimiyetiyle. O anları yeniden yaşattı ona Allah. Her gün. Dereye sordu, yaşamak bu mudur, diye. Dere sükût.
Buraya her gelişinde bir cevap arıyordu ama nafile. Mutmain olmamış bir vaziyette kendini dönüş yolunda buluyordu. Gün gün yaşadığı o saatlerin bir önceki günden hiç de farklı olmadığını anladı bir vakit. İnsan, değiştiremeyeceği şeyler için böylesine üzülmesine nasıl mâni olabilirdi? Dere sükût. Yine de ellerini göğe çevirdi. Allah’tan, bu nimetini ondan almamasını istedi.
Üç insan, beş insan, yedi insan. Her insana, ona sinen çaresizlikle bakmaya başladı. Kendinin farkında olarak. Kâh öfkeyle kâh merhametle. Bakmanın da bir yordamının olduğunu bilerek. Bilmenin, eylemin önünde olduğu zamanlarda. Dereye sordu, yordamı nedir diye. Dere sükût.
Her gün yeniden o çaresizliği yaşamanın, derenin vermediği cevaplara karşılık geldiğini anladığında ellerini açmış, dua ediyordu. Anlamanın bir nimet oluşunu parmak uçlarında hissetti. Çok şükür, dedi. “Allah’ım, merhametini üzerimden eksik etme.”
Bir insan oldu çok insan. İnsanın ne olduğunu anladığında derede ellerini yıkıyordu. Abdest aldı. Berrak suyun tatlı lezzetine tutulmuştu. Bir insan oldu on insan, on insan oldu yüz insan.
Başka bir dere aradı. Bir başka dere daha. Bir başka dere. Elbet başka lezzetli sular vardı. O derenin suyu nasıl şifa olmuşsa ona, elbet başka sular da vardı. Bir insanı on insan yapan dereyi bir sebep bilip başka dereler aradı. Yayla yayla gezdi. Her gün o saatleri tekrar tekrar yaşayarak. Bazen uyumadan önce, bazen öğle namazından önce, bazen gün batmadan evvel; kâh bir derenin yanında kâh evinde.
Buldu aradığı lezzetli suları. İçti kana kana. Ama o ilk derenin dibinden hiç ayrılmadı. Aczin, onun diğer adı olduğu bilerek, Allah’tan çok istediğini gün gün yaşayarak yürüdü. Tenden ötesine karışmıştı yürürken. O derenin dibinde yürüyüşü son buldu. Lezzetli sulara karıştı teni. Aktı o dereyle birlikte. Yaşamaya devam eder böyleleri.