Defaat - Defeat

Emre Ergin

DEFAAT adam - DEFEAT man

Uyuyordu. Kargocu adresi bulamamış, iki dakikalığına aşağı inmeyim mi?

Ufak bir çırayı tutuşturdum. Elimde tutuyor. Hafifçe tütüyor, çıtırdıyor, çam kokuyor.

Altını kısmayı mı unutmuşum? Başka bir şey mi? Neden öldüğünde odasında değildi de, mutfaktaydı?

Süper kahramanlar geceleri ne kadar da hazindir. Kimse onları anlamıyor, çünkü kimse o kadar güçlü değil.

Ya da tam tersi. Ağlıyorlar, çünkü güçleri yetmiyor hiçbir şeyi değiştirmeye.

Elimde yanan bir şey tutunca, tam o zamana gidebiliyorum. Kargocu arıyor, “Abi burada Blok numarası yazıyor, ama…” Ben de merdivenlerden aşağı gidiyorum, acele ediyorum ama o kadar da değil. Oğlum, canım, kuzum… Az sonra ben geç kaldım diye yukarıda alevler içinde can verecek kadar da acele etmiyorum.

Evde yangın çıktığında orada olamayan, ama sonradan, istediği zaman, tam o ana geri dönebilen bir süper kahraman. Evladım, yaşıyor olsaydı, benimle gurur duyar mıydı? Duymazdı. Ne duyardı peki? Bir kayıtsızlık, ama kayıtsızlık ne demek bilmeyeceği bir yaştaydı, yanarak can verdiğinde.

Bütün bunları terapistime anlattım. Ellerimi gösterdim. Yanık izleri. Sanki üzerime düşen buymuş gibi. Yani, oğlum yandığı için. Ancak ben de yanarsam yeterince kahramanlık gösteririm sanarak. Ellerimin içerisinde çıralar, kızgın demirler, kaynar sular ve bilumum cehennem örnekleri. Spaydırmen bir örümceğin onu ısırmasını arzulamıyordu, ama belki sonucunu bilseydi gidip kendisini her türden eklembacaklıya ısırttırırdı. Ben de ellerimin içinin artık ateşi hissetmez hale gelmesinin nasıl bir süper güce yol açacağını bilmiyordum.

Bir gün… Yine sırf oğluşumla empati yapabileyim diye. Onun acısını paylaşabilmek için. Elimi bir ütüye bastırırken… Zamanda geriye gittim. Kargocu geldi. “Abi, ben geldim ama blok noyu okuyamıyorum. Bi zahmet aşağı insen.” İnmem. Vallahi inmem. Allah canımı alsın, beni yerle yeksan eylesin, tuzla buz olayım ki inmem. Ama iniyorum. Bir kolumu diğer kolumla tutuyorum, kendimi yakamdan tutup içeri çekmeye çalışıyorum. Bütün kaderleri yaratan Allah’a yalvarıyorum gitmeden bari ocağın altını kontrol edeyim, bari yangının nasıl çıktığı konusunda bir fikrim olsun. Ama gözlerim kapanıyor, bir bakmışım kapı açık bir bakmışım aşağıya yürüyorum, kargocu kitabı bana teslim edecek, teslimat kodunu soruyor ve sonra kırmızı kızıl sarı turuncu ve yanık kokusu ellerimden mi geliyor?

Her defasında geçmişe gidebiliyorum. Arabalarıyla oynuyor Fuat, kitapları dizmiş, aralarından geçiriyor. Televizyonda üç kadın birbirini eleştiriyor. Cam açık, içeriye rüzgâr giriyor. Akşam yemeğini dolaptan çıkarmışım. Ama hatırlamıyorum. Ocağı açmış mıydım? Tam o sırada telefonum çalıyor, “Abi ben geldim ama sokağın başında taşınıyorlarmış, arabayı koyacak yer bulamadım, sen inebilsen, çok makbule geçecek.” Sanki beni zorla çekiştiriyorlar gibi, ellerimle yeri tırmalayarak kapıya doğru ilerliyorum. Son kez bakıyorum oğlumun yüzüne. Son kez değil. Daha defalarca, defaatle, tekrarla, defalarca, birbiri ardınca, tekrar tekrar… Anlıyor musun Görkem Bey?

Terapinin gidişatı hakkında bana pek bir şey söylemiyordu. Bazen danışan - psikolog ilişkisinden, bu konudaki farklı ekollerden, falan filan dem vuruyordu, ama ben sadece elimdeki yanık izlerine bakıyordum, oğlumun gözlerini hatırlıyordum. Her defasında ufak alıştırmalar yapıyorduk, bir defasında geçmişe sadece tek bir kibritle gidebilmiştim. Elimdeki dış deri artık iyileşmekten vazgeçeli çok oluyordu. Tıpkı oğlumun bedeni gibi. Yandıkça onu daha iyi anlıyor, ona daha layık bir baba oluyordum. Onu kurtaramamıştım, ama en azından neler çektiğini toplamda anlamış sayılırdım. Artık geçmişe sadece kibritlerle bile gidebiliyordum, halıdaki desenleri, oğlumun tişörtündeki sümük lekesini, ekmek kutusunun köşesindeki çatlağı hatırlıyordum. Televizyonda altı hayvan birbirini ısırıyor, sona kalanı tenzili rütbe ile insana dönüştürüyorlardı.

Kargocu arıyordu ve kargocunun yüzüne kapatıyordum, bu sefer kurtuldum diye seviniyordum ama yine kendimi kapıdan dışarı çıkarken buluyordum, ocağın altını kapattım mı bunu bile kontrol edemeden üstelik.

“Peki” dedi Görkem bey, gözlüğünü düzeltip. “Bugün yine gidebilir misin? Ama bu sefer kibriti yakma işini bana bırak, sen sadece gözlerini kapat.” Kütüphanemdeki en kalın kitaplar yerdeydi, Türkiye Türkçesi Grameri, Misalli Büyük Sözlük ciltleri, Rilke’nin bütün öyküleri. Böyle yan yana dizince bir şehre dönüşüyorlar, aralarındaki caddelerden arabalar geçiyor. Televizyonda on dört sinek tereyağında patinaj yarışması yapıyor. Oğlum televizyona bakıyor, ben oğluma bakıyorum. Ellerime bakıyorum. Ellerim henüz yanık izleri değil. Henüz hiçbir şey için geç değil. Her şeyi değiştirebilirim. Değiştirebilirim. Değiştir... Kanal değişiyor, arabalar tepetaklak oluyor, oğlum derece derece, kısım kısım, parça parça, katman katman, hücre hücre yanıyor. Ben evde yokum. Yine.

Gözlerimi açıyorum, ellerim acımıyor. Görkem Bey takdir görmek istiyor. Sırıtıyor. Zamanda geriye gidebilme süper gücüm için artık bir bedel ödemek zorunda değilim. Spaydırmen her defasında kendini ısıracak bir örümcek aramıyordu. Ben de artık, her gün, geriye gitme zamanım geldiğinde, ellerimi yakacak bir şeyler aramak zorunda değilim. Özellikle müşahede altındayken ne büyük bir gelişmeydi bu!

Görkem Beyle uzun süren bir süreç yaşadık. Onu tam anlayamıyordum, ama onun da beni anlayamadığına emindim. Kendimi bir süper kahramana benzettiğimi bir keresinde ağzımdan kaçırdığımda, kendisinin de Nick Fury ya da Profesör Xavier olduğunu söyledi. İnsanlardaki muhteşem meziyetleri alıp, onlarla nasıl yaşanır onu öğretiyormuş. Hem bazı hastalarında bu kahramanlıkları evirip çevirip daha üstün mertebelere çıkardığı olurmuş. Meselâ dedi, “Eskiden sen zamanda geriye gidebilmek için ellerini yakman gerekiyordu. Artık gerekmiyor. Ama hissediyorum. Bu yeteneğinin potansiyeli daha yüksek. Çalışmalarımıza devam ettiğimizde, seni çok şaşırtacağıma eminim.”

Potansiyeli daha yüksek. Böyle diyince, aklıma kargocuya telefonda “Defol git.” diye bağırmak filan geliyor, ama olmuyor. Zamanda geriye gidebildiğim o tek bir saate denk getirdiğimiz seanslarımızda kargocu mahallemizin etrafında geziyor, oğlum halının üzerinde arabalarıyla oynuyor ben de terliklerimi giyip aşağıya iniyorum. Bir defasında, terlik yerine ayakkabı giyebildim, bir defasında kargocuya çok kaba davranabildim, bir defasında evden çıkmadan önce itfaiyeyi aramayı becerebildim, ama daha ötesine gidemedim. Tekrar bu zamana dönüyordum, ağlamaktan şişmiş gözlerimi açıyordum ve Görkem Bey, başımda, bana bakıyordu, notlar alıyordu. “Oğlum…” diyordum. “Biliyorum.” diyordu Görkem Bey ve gülümsüyordu. “Farkında değilsin, ama çok aşama kaydediyoruz. Yarın yine aynı saatte görüşelim.”

Klinikteki odamda zaman geçmek bilmiyordu. Ellerime bakıyordum, artık yavaş yavaş iyileşen ellerim. Ellerim yanmadan da geçmişe gidebiliyordum, geçmiş dediysem toplamı yarım saat sürmeyen o tek aralığa. Ufak detaylar değişse de, kitaplarımın arasından geçen küçük arabalar, televizyonda değişen anlamsız kanallar ve sonra kargocu, sonra yangın. Bunlar değişmiyordu. Kavlanan, kızaran, kararan, yanıp bitip kül olan oğlum. Katran karası gözyaşlarım. Artık ellerimi yakmayacaktım. Görkem Başdemir’e söz vermiştim. Ayrıca bundan sonraki zaman yolculuklarımı sadece onun odasında yapacağıma da söz almıştı benden.

Bana umut vermişti. “Gücümün potansiyeli” konusunda. Bir gün geçmişe gidecektim ve bu kez değiştirebilecektim olanları. Kargocu adresimi bulacaktı, evden çıkmadan kapıyı kilitlemeyecektim, ocağı söndürdüğüme, fırını kapadığıma emin olacaktım ve oğlum ölmeyecekti. Bu zamana geri döndüğümde oğlum yine arabalarının ortasında oynuyor olacaktı ve gülümseyecektim.

Ellerimi artık yakmıyordum. Böylesi daha verimli olurmuş. İçten içe, oğlum tepeden tırnağa kül olmuşken, benim bu ufacık acıdan kaçmam korkaklık gibi geliyordu, ama Profesör Doktor Görkem Başdemir’in gerekçesine de katılmamak elimde değildi. “Bu gücün potansiyelini açığa çıkarmak hiç kolay değil.” demişti. “Vücudunun yanıklarını tamir için fazladan bir enerji harcamaması gerekir. Biz bu mesafeyi boşuna kat etmedik. Sağlığına dikkat edeceksin, yediğini içtiğini önemseyeceksin ki, geçmişe gidebilmenin hakkını verebilesin.”

Nedense içime bir şüphe düştü. “Geçmişe gidip, geçmişi değiştirebilmek için, değil mi?” dedim. Cevabının evet olacağına emindim, ama bir yandan da özellikle bu konuda hiçbir şey söylemediğini fark etmiştim.

Durdu. Kahvesini yudumladı. Camdan dışarı baktı. Defterine bir şeyler yazdı.

“Başka geçmişlere gidebilmek için.” dedi. “Milyonlarca saniyen var. Biraz da başkalarını eskitelim. Şimdi şu parmağıma bak. Yanık ellerine. Yanık. Yangı. Yangın. Yanmak. Yanmamak. Oğlun arabalarla oynuyor. Hayır. Daha ufacık. Arabalarla oynamıyor, sana bakıyor. Hafifçe gözlerin kapanıyor, açılıyor. Yangı. Elinin silinmiş çizgileri henüz silinmemiş. Bu sefer başka bir zamana gidiyoruz. Oğlun yürüyemiyor, süt annesi az önce ayrılmış. Ağzını aralıyor ve sana ilk kez Ba-Ba diyor. İlk defa duyuyorsun bunu. Hayır. Daha önce duymadın. Artık geçmişe gittiğinde, daha geçmişe gideceksin. Bu geçmişe. Huzurlusun ve gözlerin artık açılmıyor. Sadece sesimi duyuyorsun. Sesini. ‘Ba-Ba’”.

***

Az sonra kendime geldim. Bütün bunların anlamı ne. İki heceli bir ses. Ellerime bakıyorum. Yanık izleri yok. Gözlerim yine yaşlı. Ama mutluluktan. İki hecenin mutluluğu. “Ba-ba”.