Sisin Azizliği

Fatma Ünsal

Sis onu tuhaf bir hâletiruhiyenin içine itiyor, etrafı boğmakla bırakmıyor, bu gri, bu külsü, bu nemli perde, yakasından tutuyor sürüklüyor, çocukluğunun zindanlarından gençliğinin tecrübeli küskünlüklerine atıyor. Üstünde tepiniyor, tepiniyor.

Aziz, sisi görünce bir acuzeyi görmüş gibi oluyor. Onun vücutsuz, nihayetsiz bir âyine olduğunu biliyor. Fakat beyhude. Kaçmak beyhude. Tabiat kaçmaya müsaade etmiyor. Sığındığı bu telgraf merkezinde Aziz, arkasında bıraktıklarından değil, kendisinden kurtulamıyor.

Telgrafhane müdürü, sık sık teftişe geliyor onu. Buraya, İstanbul eşrafının ileri gelenlerinden birinin rica mektubuyla gelmiş ve karşısında yılgın, sinik duran bu adamın pek tabii olacak ki bu işi kotarabileceğine ihtimal vermiyor. Gözünün ucuyla bakıyor odanın kapısına gelip. Hafif öksürüyor. “Öhhö öhhö. Ben geldim efendi,” diyor. “İnşallah asayiş berkemaldir.” Oturduğu koltuktan başını bir mezardan çıkar gibi kaldıran Aziz, “berkemal,” diyor usulca. “Berkemal olmayacak ne var ki hem?” Müdür, sinik insanların cüretlerine hayret ediyor. Madem içinizde neşvünema bulmuş bir cüret var, bırakın neşvünemayı, arşa doğru arzıendam etmiş bir cüretiniz var, neden siniksiniz? Ve neden tavrınız alelâde? “İyi iyi,” diyor. “Kolay gelsin o vakit. İkindide kalkmayı unutma. Git namazını kıl. Kahvede lafla. Rüstem Paşa’dan gelen emri vaktinde ulaştırmam icap eder. Sen şimdi, neme lazım, geciktirirsin meciktirirsin, ordunun yengiye giden yolunu tıkarsın.”

Sis koyulaşıyor. Aziz, ufak odasının penceresinden dışarı bakarken, hem bu adama hem bu işe niye kendisini muhtaç ettiğini düşünüyor. Tıbbiyeye devam etseydi. İstanbul’da deniz gören küçük konaklarında ana babası ve hemşiresiyle mutlu mesut yaşasaydı. Çalıkuşu müellifi, Aziz’i tanısaydı şayet, Çalıkuşu-yu Sâni’yi yazardı şüphesiz. Fakat ne gam. Bu kitap ve çoğu, benzer kaderi çeken herkes için yazılmış olmalı. İkincisine lüzum var mı? Reşat Nuri Bey’in delice bir kızın sevdiğinin ihanetine şahit olduktan sonra dizini kırıp oturmayacağına, izini kaybettireceğine, Dame de Sion’da da okusa kendisini memleketin ücra ve tozlu mekteplerinin kapıları ardına kilitleyeceğine gözleriyle şahit olması gerekmezdi kitabını yazmak için. Başını çevirip insanın simasına bakan, onunla bir çift lafın belini kıran herkes, ondan yayılan hikâyeyi bilmeli yahut anlamalı değil midir? Yoksa nerede kalır bizim insanlığımız?

Aziz koyulaşan sise bakıp hayatının kimi evrelerine neşter atmayı huy edinmişti burada. Bir gün oluyor, telgraf cihazının başında uyuşmuş beklerken, annesine: “Öyle bunaldım ki. Bu darlamanız beni bir gün buradan kaçıracak valide.” derken buluyor. Başka bir gün pederiyle: “Hayır, Fransa’ya gitmek istemiyorum. Hayır, tıbbiyeyi bitirir bitirmez K. ile de izdivaç hayali kurmuyorum.” münakaşasının ortasında yakalıyordu kendini. Ondan görece yoksul birisi bu konuşmalara şahit olsa, onu züppelikle suçlardı. Dünyada ne dertler var, seni şımarık diye suratına iki tokat aşk eylerdi de biçare Aziz, suçunun ondan daha varsıl olmak olduğunu anlayamazdı bile. Ama dertlerin insanlarda açtığı çukurları bir görebilseydik merhamet anlamını daha bir kazanırdı da bizden görece üstün vasıflılara da acımayı becerebilirdik. Gelin görün ki dünya, bırakın başkalarına acımayı, bizatihi kendimize acımaya bile fırsat vermiyor.

İkindiye doğru sis dağılır gibi oluyor. Aziz’in gözünün önü açılıp da yerinde kımıldanıp biraz kendine gelir gibi olunca, telgraf cihazının cızırtıları daha bir çekilir oluyor. Günün bu vaktinde iş yükü de hafiflemiş oluyor. Nedense insanlar, ikindi vaktine işlerini bırakmaktan imtina ediyorlar. Varsa çekilecek bir telgraf, bu ekseriyetle ikindiye bırakılmıyor. Günün geceye dönen yüzü ikindi, insanların dünya işlerinden el etek çektikleri bir vakit oluyor. Eskilerin ikindi vaktine daha çok ehemmiyet vermesi, Hz. Peygamber’in ikindi namazının önemine dair hadislerinden ileri geliyor olmalı. Böyle de ne fevkalade. Önderinin olması yani. Diyor ki bakın bu vakit önemlidir, aman dikkat. Üstüne basıp geçmiyorsun da o vakit yaklaştığında bir yatırın yanından geçer gibi dikkatli ve saygılı geçiyorsun. Diyor ki misal, şunların şunların hakkını gözetin. O hak mevzubahis olduğunda terazinin hassaslığına iki kat ihtimam gösteriyorsun. Elbet nefsini ve dahi şeytanı kendine önder belleyenler olabilir. Eh onlar da önderlerinin dediklerine kulak kesiliyorlardır. Burası önderini seçmenin ve dediklerine uymanın müsabaka yeri.

Telgrafhane müdürü ikindi namazına müteakip Aziz’i telgrafhaneden kovuyor. Evet kelimenin tam manasıyla kovuyor. Cepheye ulaştıracağı telgrafların heyecanıyla kendisini muzaffer bir komutan edasıyla cihazın başına yerleştiriyor. Aziz’in eprimiş koltuğuna gömülürken: “Yengi,” diyor. “Bu sefer yakın. Gâvur istediği kadar tepinsin. İstediği kadar İngilizinden Fransızından teçhizâtı yığsın. Nafile. Yengi yakın. Ya Aziz Efendi, sen burada sıcacık odanda pul kadar kıymeti olmayan telgrafları iletmek işleriyle oyalanırken ben ve ordumuz kocaman bir yenginin peşinde ömrümüzü çürütüyoruz. Tamam kâfi, hadi beni oyalama. Kapıyı çıkarken ardından çek.”

Aziz, sokağa adımını attığında sonbaharın sonları olduğunu hissediveriyor. Kış yakın. Burası sise daha da gömülecek demek bu. Günün bu vaktinde dağılır gibi olan sisle birlikte zihninden mazisi de dağılıyor. Bu sefer etrafını görmeye başlıyor. Bu memleket, İstanbul’dan pek de uzak olmayan bu köhne kasaba, yaradan çıktıktan sonra uyuşup kalmış bir kan gibi duruyor şimdi önünde. İnsanları yokuş tırmanmıyor da canını veriyor gibi. Genç kızları ve erkekleri, yirmisinde değil de seksenine merdiven dayamış ihtiyarlar gibi. Hele çocuklar. Onlar, çocukluğun insan yüzüne yaydığı taze meyveyi andıran görüntüsünden, kuş cıvıldamasını andıran sesinden ırak, dünyanın yüzünde elli yıl yuvarlanmış adamların bıkmışlığını taşıyorlar. Evler, dükkânlar, yamalı kaldırımlar ve toprağı çıkmış yollar, bir kasabaya değil de medeniyetin henüz yeşermediği zamanlardaki izbe bir köye aitmiş gibi arzıendam ediyor. Buralardan umut yok, bari az göğe bakayım, diye başını göğe çevirdiğinde grinin en boğucu tonu Aziz’in yakasına yapışıyor da telgraf müdürünün: “Yengi, yengi, yengi yakın!” lafı kulağında çınlayınca Allah’tan bu manzaradan da firar edebiliyor.

Biraz etrafta turladıktan sonra telgrafhaneye dönüyor. Sağ omzunu pencere kenarına dayamış, uzakları izleyen telgrafhane müdürü, Aziz’in kapıyı tıklatıp içeri girmesiyle istifini bozmadan her seferinde şunu diyor: “Şu Rüstem Paşa büyük adam olmasına büyük adam ama İngilizin dümenini bir türlü anlayamıyor. Hayatta elinde ne kadar teçhizat bulundurursan bulundur Aziz Efendi. Eğer dümeni anlayacak bir dimağın yoksa bir hiçsin. Ah beni buraya değil de Rüstem Paşa’nın yerine koysalardı, gösterirdim ben o İngiliz gâvurunun yedi ceddine. Gel gör ki yengi de bu adamlardan sebep bir hülya oluveriyor. Canım sıkıldı. Eve geçiyorum. Sen de çık. Hava kararıyor. Sis çoğaldı. Geçenki gibi gözünün önünü göremez de kötü taylar gibi yuvarlanırsın muvarlanırsın düz yolda. İstanbul’a hesap veremem sonra. Haydi, selametle!”

Aziz bir baş selamıyla telgraf müdürünü geçirince koltuğuna oturuyor. Dışarı bakıyor. Sis. Şövaleye geçirilmiş bir beyaz kâğıt. Aziz, elinde fırçası geçiyor kâğıdın karşısına. Başlıyor ezbere bildiği resmi yapmaya. Şuraya kaçtığı kim varsa onları. Görmemek için rüyalarından bile uyandığı yerleri de tam buraya. Zihninde terennüm eden kimi galiz sesleri şuraya. Tıbbiyeli arkadaşlarının kibirlerini ortaya. Pederinin izdivaç için zorladığı yüzünde pul kadar kusur olmayan ama ruhunun bir türlü akmadığı hanımı da sağ üst köşeye.

Dünya, mahpuslarını kaçırmamaya ant içmiş bir hapishane. Ancak izin veriyor kimi hülyalara. Hülya dediğin de nedir ki zaten? Mahpusun başını bir nefes almalık uzatıvermesi hücresinden.