Bir Piramitte İki Kuma Zor
Sigarasından çektiği zehirle ciğerlerini dolduruyor, bana bakıyor. Zehrin dumanını havaya kusuyor, bana bakıyor. İzmariti kül tablasına basıyor, bana bakıyor. Yeni bir sigara yakıyor, bana bakıyor. Karşı balkondaki ihtiyar. Bir saattir bana bakıyor. Gülümsedim, karşılık alamadım. Kafamla selamladım, karşılık alamadım. El salladım, karşılık alamadım. Tek elimi havaya doğru açıp, kafamla birlikte sağa sola sallayarak “hayırdır” dedim, karşılık alamadım. Deli midir nedir? Balkonda oturmaktan vazgeçip eve girdim. Perdenin arkasından baktım. O da evine girmiş. Ama hâlâ bana bakıyor. Bakmıyor belki ama bana öyle geliyor. Deli miyim ne?
Sonra yıkarım diye lavaboya yığdığım bulaşıkları yıkamak için mutfağa geçtim. Bulaşıkları yıkamadım, sabahtan kalma çayı ısıttım. Isınan çaydan bir bardak alıp masaya oturdum. Bir balkon keyfimiz vardı onu da elimizden aldı ihtiyar. Kapı çalıyor. O mu geldi? Niye geldi? Saçmaladım. Neden gelsin? Deli miyim ne? Kapı dürbününden baktım. O. İhtiyar. Bana bakıyor. Yani dürbüne. Açmak istemedim kapıyı. Israrla vuruyor. Açtım. Buyur amc… derken içeri girdi. Girmedi daldı. Koltuğa oturdu. Cebinden bir sigara çıkardı. Sigarasından çektiği zehirle ciğerlerini doldurdu, bana bakıyor. Zehrin dumanını havaya kustu, bana bakıyor. Deli midir nedir? Kül tablası istedi. Yok dedim. Ben sigara kullanmıyorum. Çay tabağı ver o zaman, dedi. Verdim. Sigarasını söndürdü. Bana bakıyor. Sinirleniyorum artık. Sinirlendim. Derdin ne amca senin, dedim. Göğsümde yılan ısırığı, acıyor kalbim, dedi. Deli olduğuna ikna oldum. Geçmiş olsun, dedim.
* Arkeologmuşsun.
* Evet.
* Bana bir tek sen yardım edebilirsin.
* Ne yapabilirim sizin için?
Ne isterse istesin yapmayacaktım ama deliyi evden gönderebilmek için isteğini kabul etmiş gibi yapacaktım. Koltuktan kalkıp yerdeki kilimin ucuna oturdu. Cebinden bir tebeşir çıkardı. Eliyle yanıma otur, işareti yaptı. Yanına gittim. Tebeşirle yere çöp adam ve çöp kız çizdi. Adam olanı işaret ederek bu ben, dedi. Üstüne Kamil yazdı. Kız olanı işaret ederek bu benim ikizim, dedi ve onun da üzerine Kamile yazdı. Durdu. Yine bana bakıyor. Ben buradayım, Kamile nerede, dedi. Bilmiyorum, nerede, dedim. Sustu. Hâlâ bana bakıyor. Kamil ile Kamile’nin yanına bir üçgen çizdi burada, dedi. Bu üçgeni biliyorum. İlçenin dışındaki ovanın ortasındaki piramit. İhtiyara bakıyorum. O piramite bakıyor. Yani üçgene. Birden kalktı. Gitti. Ben hâlâ ona bakıyorum. Yani kapatıp çıktığı kapıya.
Piramit altmış yıl önce bir gecede ortaya çıkmış. Kimse nasıl olduğunu anlamamış. Otuz yıl araştırıldıktan sonra aynı gece Mısır’daki piramitlerden birinin kaybolduğunu tespit etmiş araştırmacılar. Piramit Mısır’dakilerle aynı yapıdaymış. Bu bilgiler edinildikten sonra araştırmalar durmuş. Piramit bir süre turistlerin uğrak yeri olsa da yıllar içinde prestijini kaybetmiş. Aradan bir otuz yıl daha geçti. Şimdi de beni ve iki arkadaşımı bu ilçede görevlendirdiler. Piramiti inceleyecekmişiz. Nasıl oluşmuş? İçinde dışında ne varmış? Altmış yıl boyunca neyi beklediler bilmiyorum. Bunak ihtiyarın çizdiği üçgen de o piramit işte. Balkona çıktım. İhtiyarın evine bakıyorum. Tüm odaların ışıkları yanıyor, demek ki kalabalık bir ailesi var. Çoluk çocuk torun torba. Gerçekten ikiziyle piramitin bir alakası olabilir mi?
Sabah gün doğarken piramitin yanında buluştuk arkadaşlarımla. Bora ve Ece’yle. Piramitin içine girdik. Daha önce gördüğümüz piramitlerden farkı yok. İçinde mumyalar var. Üç ayrı odada üç ayrı mumya. Üçü de kadın. Kadınlardan birinin soylu olduğunu anladık başındaki başlıktan. Muhtemelen mücevherleri çalınmış. Bir diğeri onun kölesi olabilir. Beli bükülmüş. Ceseti biraz fazla yıpranmış görünüyor. En farklı olan üçüncü ceset. Güzel kadınmış. Ölüm bile bozamamış güzelliğini. Soylu mu köle mi olduğu anlaşılmıyor. İhtiyarın ikizi Kamile bu olmasın? Bakıyım, benziyor mu? Biraz andırıyor sanki. Saçmaladım. Mumyanın yanında bir kitabe var. Kitabeyi aldım. Bununla vakit geçirmeyelim, İstanbul’daki ekibe gönderelim onlar incelesin. Otuz yıl önce edinilen bilgilerden fazlasını elde edemeyeceğimizi bilsek de dikkatle inceliyoruz piramiti. Tozları fırçalıyoruz. Oradan buradan örnek parçalar alıyoruz.
Eve geçtim. Bunak ihtiyar yine balkonda. Bu zamana kadar ölmediğine küfredercesine sigara içerek kendini öldürmeye çalışıyor sanki. İştahla intihar girişimi. Beni gördü. Eve girene kadar gözlerini ayırmaz artık. Kafasını başka yöne çevirdi. Bir daha bakmadı bana. Ben ona baktım. Hayırlı akşamlar, dedim. Bakmadı. Cevap vermedi. Yürüdüm geçtim ben de. Tam apartmana girerken arkamdan seslendi gördün mü Kamile’yi? Görmedim, dedim. Hızla girdim binaya. Yorgunum. Mahallenin delisiyle uğraşacak hâlim yok. Eve girmemle odanın camının parçalanması bir oldu. İçeri giren kül tablasından anlaşıldığı kadarıyla delinin benimle uğraşacak hâli vardı. Cama çıktım, n’apıyorsun lan, diye bağırdım. Kamile orada, diye bağırarak karşılık verdi bana. Biraz sonra kapı çaldı. Dürbünden baktım. O deliyse açmam. Değil. Genç bir adam. Kapıyı açtım. Kusura bakmayın, lütfen kusura bakmayın, diye söze başladığına göre bunağın bir yakını. Babam rahatsız biraz. Alzaymır. Sizin piramitle ilgilendiğinizi bildiğinden, ona ikizini getirebileceğinizi düşünüyor, dedi. İkiziyle piramitin ne alâkası var, dedim. Adam uzun hikâye, dedi. Dinlemek istediğimi söyledim. Dinlemek istiyordum çünkü bir deliden kurtulmanın en iyi yolu onun hikâyesini öğrenmektir. Hikâyesi öğrenilen delinin deliliği makul görülür ve makul görülen deli artık deli sayılmaz.
Adam içeri girdi. Cama yaklaştı. Hay Allah, bu saatte camcı da bulunmaz, dedi. Önemli değil yarın hallederiz. Sizi dinliyorum, dedim. Anlatmaya başladı: Babamlar iki kardeşti. Bir kendisi bir de ikizi Kamile hala. Babam ve halam ilçeye açılan ilk lisenin ilk talebelerindendir. Lisede bir tarih öğretmenleri varmış. Onun büyücü bir cadı olduğuna inanırlarmış. Sevmezlermiş onu. Hem korkar hem alay ederlermiş. Gülerek anlatırlardı yaramazlıklarını.
O zamanlar her öğretmen kendi tebeşirini kendi alırmış. Yokluk zamanı tabii. Halam da tebeşir tozu içenin ateşi çıktığını öğrenmiş arkadaşlarından. Sevmediği bu hocanın dersinden kaytarmak için bir gün tebeşir tozuna başvurmaya karar vermiş. Karar vermiş vermesine ama tebeşir bulmak o kadar kolay değil. Teneffüste tüm sınıfları gezmiş, belki hocalardan tebeşirini unutan olmuştur, diye. Nihayet bir sınıfta bulmuş. Bulduğu tebeşirler kiminmiş dersiniz?
Tarih öğretmeninin diye cevapladım soruyu. Adam güldü, evet, dedi. Aslında bu fasılayla birlikte bir çay ya da kahve teklif etmem gerektiğini hissettim fakat erindim. Adam içimden geçenleri anlamış gibi eşini aradı, bir demlik çay ve yanına bir şeyler istedi. Gerek yok demedim. Çünkü gerek vardı. Açtım ve hikâye de uzundu. Anlatmaya devam etti : Halam tebeşiri almış ve kaçmış. Bahçede bir güzel ezdikten sonra içmiş. Sınıfa çıkmış. Hoca, derse girince ceplerini karıştırmış, tebeşir yok. Öğretmenler odasındaki dolabından yeni tebeşir almak için gidecekken halam çok hasta olduğunu, ateşlendiğini, eve gitmek istediğini söylemiş. Hoca sanki anlamış gibi ters ters bakmış halama. Şimdi git. Ömrün boyunca hasta kalacaksın demiş.
Kapı çaldı. Kapıyı adam açtı. Çay gelmiştir, diye. Deden uyudu mu Kamile dedi çayı getiren çocuğa. Uyudu diye karşılık verdi kız. Kapıyı örterken halamın adını verdik bizim kıza, dedi. Vermesek iyiydi, aynı halam gibi haylaz, dedi. Güldük. Çayları içerken devam etti: Halam o akşam gerçekten hastalanmış. Ateşlenmiş, havale geçirmiş. On gün yoğun bakımda kalmış. On gün boyunca babam da okula gitmemiş. Ağlamış durmuş o cadı kardeşime büyü yaptı, diye. İşin garibi bu bizim piramit de o gece peydah olmuş. Tüm lise talebeleri piramiti o cadının yani tarih öğretmenlerinin getirdiğini ve halamı oraya gömeceğni konuşur olmuş. Babam daha çok ağlamış. Tabii öğrencilerin işler öğrencilerin geniş hayal dünyasındaki gibi olmamış. Halam hastaneden çıkmış. Her şey yolundaymış, tarih dersleri dışında. Lise bittikten sonra babam üniversiteye gitmiş, halam amcasının oğluyla evlenmiş. Severek evlenmişler. Mutlu bir evlilikleri varmış ama çocukları olmadı. Halam esprili kadındı o cadı büyü yaptı bana, o yüzden çocuğum olmuyor, der, gülerdi. Babam inanırdı büyü yapıldığına. Halamı hocalara götürmüşlüğü bile vardır. Tıbbi tedaviler de sonuç vermeyince halam eniştemi başka bir kadınla evlendirdi. Yani kendi rızasıyla kendine kuma getirtti. Biz küçüktük o zaman. Hayal meyal hatırlıyorum. Babamın, babaannemin, annemin ağladığını. Halamın güldüğünü. Kader bu ya, kumasının da çocuğu olmadı. Yıllar geçti. Yaşlandılar. Babam hep halama ağladı. Halam hep kendine güldü.
Bir yıl önce halamın eşi vefat etti. Vefatından bir hafta sonra da halamı kaybettik. Gerçek anlamda kaybettik. Bir gece ansızın ortadan kayboldu. Ne dirisine ne ölüsüne ulaşabildik. Babama da alzheimer teşhisi zaten beş yıl önce konulmuştu. Halam gittikten sonra iyice kendini kaybetti. Kutu kutu tebeşir biriktiriyor, kardeşi gelirse verip mutlu etmek istiyor. Çoktan rahmetli olmuş olan tarih öğretmenlerinin halamı piramite hapsettiğini iddia ediyor ve onu oradan kurtarmanın yollarını düşünüyor. Kaç defa birlikte gittik piramite. Halamın orada olmadığını gösterdik ama ikna edemiyoruz. Sizi de bu yüzden rahatsız ediyor. Altmış yıl sonra araştırma için sizi göndermelerinin sebebi de aslında babam. Kaymakamı o kadar rahatsız etti ki kaymakam babama söz verdi ve yeniden araştırma yapılmasını talep etti.”
Adam sözlerini bitirince ben sinirlendim. Bizi gerçekten bunun için göndermiş olamazlar, dedim. Adam mahçup oldu. Kızardı bozardı. Onun için değil aslında araştırmalar otuz yıl önce yapılmış en son. Otuz yılda değişen çok şey oldu. Teknoloji gelişti. Belki o zaman fark edilmeyen bir şeyler vardır, diye toparladı. Camı yarın sabah erkenden yaptıracağını söyleyerek çıktı. Ertesi gün kaymakama gittim. Adamın anlattıklarını söyledim. Bir bunak için bizi buraya getirtmiş olamazsınız dedim. Kaymakam kızdı. Sizin bunak dediğiniz adam bu ilçenin en saygın doktorudur, dedi. Sizin işiniz piramiti incelemek benim vatandaşımın hikâyesine hakaret etmek değil, dedi. Kaymakamın yanından çıkıp piramite gittim. Bora’yla Ece çoktan başlamışlardı çalışmaya. Canla başla çalışıyorlardı. Heyecanlarını söndürmemek için bir şey anlatmamaya karar verdim. Kitabeyi gönderdin mi, diye sordu Ece. Unutmuştum. Çaktırmadım. Göndermedim, arayıp soracağım şimdi, belki kayıtlarda vardır, dedim. İlçenin kültür müdürlüğünü aradım. Kitabenin çevirisinin ellerinde olduğunu söylediler. Piramitte vakit öldürmek istemediğim için müdürlüğe gidip dosyayı aldım.
Geldiğimde bizimkiler çıldırmış gibiydi. Gizli bir kapı bulmuşlar. Kesin ilk biz bulduk, diye seviniyorlardı. Kapıyı açmadan önce dosyayı açtık. Kitabenin çevirisine baktık. Soylu kadının ağzından yazılmıştı: Kocam Dekyanus benden başka bir kadın sevdi. Benim sevgim hâlâ onunlayken o, benim sevgisini alelade bir kadına sattı. Ona gururumu miras bırakarak hem kendimi hem sevgisini sattığı o kadını zehirleyerek öldürüyorum. Hoşça kal Dekyanus. Ölsen, kemiklerinin tek bir zerresi benim piramitime yaklaşacak olsa senden uzaklaşacağım. Ne bana ne ona yâr olacaksın.
Yani bu piramit buraya haysiyetsiz Dekyanus’un çürüyen kemiklerinin zerresi piramite yaklaştı diye mi…? Yok artık, dedim. Ece boş ver şimdi Dekyanus’u. Kapı hakkında bir şey var mı ona bak, dedi. Yoktu. Gerçekten de kapıyı daha önce kimse görmemişti. Heyecanla koştuk. Kapıyı zarar vermeden açmanın yollarını düşündük. Anahtar deliğine Ece’nin tel tokasını soktuk. Sağa sola çevirdik. Açılmadı. Çilingir çağırmayı düşünürken birden kendiliğinden açıldı ve içeriden yaşlı bir kadın çıktı. Canlı. Biz bağırmaya başladık. Kadın da bize bağırdı susun bee, bir rahat vermediniz kaç gündür, dedi. Donduk kaldık. Kadın kahkahalarla gülmeye başladı. Kireç gibi oldular, diyerek.
Teyzenin günümüzden bir teyze olduğunu fark edince ne işin var senin burada teyze, dedim. İçeri gelin çay ikram edeyim de anlatayım, dedi. İçeri girdik. Kadın kendine küçük bir ev yapmıştı resmen. Nasıl yaptın burayı dedik. Gençliğimden beri becerikliyim, dedi. Anlatmaya başladı: Kocamla severek evlendiydik ama çocuğumuz olmadı yıllarca. Sorun bendeydi. Kocamı çocuk sevgisinden mahrum bırakmak istemedim. Ona kız beğendim ve evlendirdim. Aynı evde yaşamaya başladık. Tabii kolay değil. Birbirimizi çok kıskandık. Kumam çok fena, sinsi bir kadındı. Onun da çocuğu olmadı. Boşuna evlendirmişim. Ama ayıp olur diye geri gönderemedik. Kocam en çok beni seviyordu, o karı da çekemediğinden bana kafayı taktıydı. İş yokken iş çıkarır, laf yokken laf çıkarırdı. Geçen sene kocam hastalandı. Artık ölüm döşeğindeydi. Öleceğini anlayınca beni bir telaş sardı. Ben bu karıyla aynı evde nasıl yaşarım, şimdiye kadar kocamın hatrına sabrettim, o gidince nasıl dayanırım, diye düşünüp durdum. Sonra burası geldi aklıma. Bir gün geldim iyice inceledim. Buraya yerleşmeye karar verdim ama baktım arada çoluk-çocuk geliyor, içeri giriyor. O zaman kendime gizli bir oda yapmaya karar verdim. En uygun burayı buldum. Bir ay boyunca gelip gidip, gizli gizli malzeme taşıyarak burayı oluşturdum. Kocamın vefatından bir hafta sonra da gelip yerleştim. Geceleri kumam uyurken eve girip erzak kaçırıyorum, ruhu bile duymuyor enayinin, dedi gülerek.
Sonra içerideki mumyaları kastederek sıkılınca da o bacılarla dertleşiyorum. Onun da kuması varmış. Diğer odadaki mendebur var ya, işte o kumasıymış. Onu alın da götürün başka yere yavrum. Bir piramitte iki kuma zor, dedi.
E. Ecran