Tam yirmi yıl önce bugün bu evin kapısından çıkıp Mısır'a doğru yol almıştım. Şimdi o mazi gözümün önünden bir bir geçerken dedemin şehirden uzaktaki evinin bahçe kapısından içimdeki tüm buruklukları yüzüme tebessüm ederek girdim.
Saksılarda zamanında özenle baktığımız çiçeklerden eser kalmamıştı. Demir korkuluklar sarmaşıklarla sarılıydı ve ev bakımsızlıktan iyice kirlenmiş durumdaydı. İkizim Yusuf'la küçükken dalına salıncak yaptığımız ağaç tüm heybetiyle ayaktaydı. Sanki yıllar hiç geçmemiş, hâlâ kardeşim şu kapıdan çıkıp benimle konuşmaya başlayacak, dedem gelip albümünden bir sayfa açıp binlerce anının içinden birini seçip anlatacak gibiydi. Eylül ayının esintisi yüzüme dokunurken bunlar bir anlığına hayal gibi gelmemişti. Ama yirmi yıllık rüyadan uyandım ve o kapıyı kimse açmadı. Ev bomboştu.
Yıllardır kullanmadığım o anahtarı buraya gelmeden önce çekmeceden alıp içine attığım ceketin cebinden çıkarıp kapıyı açtım. Müthiş bir gıcırdamayla açıldı. Beni böyle selamlıyordu ev. Salonu, mutfağı, denizi gören balkonu, Yusuf'la beraber kaldığımız odayı ve evin her köşesini karış karış gezip dedemin odasında ahşap sandığın başına gelince durdum.
Kendime geçmişle yüzleşme eziyetini yapmanın zamanı gelmişti. Yirmi yıldır ertelediğim dedem ve ikizim artık karşıma çıkmalı ve benden hesap sormalıydı. Sandığı açtım. Gördüğüm ilk şey o büyük fotoğraf albümüydü. Elime aldım ve kurcalamaya başladım. İlk fotoğraf tanımadığım annem ve babam, bir bacağına beni diğerine Yusuf'u oturtmuş dedemden ibaretti. Herkes bana doğru bakıyor ve gülüyordu.
Dedemin yurt dışı seyahatleri esnasında ani bir kazayla ölen babam ve onun yokluğuna dayanamayıp fenalaşınca kaldırıldığı hastanede kendini öldüren annem bu fotoğraftan sonra kaç kez daha gülmüştür bilmiyorum. Onları fotoğraflar dışında tanımıyorum zaten.
Yusuf ve benim annem de babam da dedemiz oldu. Babamın ve annemin ölüm haberi dedem Japonya seyahatindeyken ona ulaşınca apar topar geri dönmüş. O günden sonra bizi yetiştirmek için elinden geleni yaptı. Biz ilkokul çağına gelinceye dek seyahatlerini erteledi. Derdimizi anlatacak yaşa geldiğimiz vakit bizi yılda bir iki aylığına çok sevdiği öğretmen arkadaşına bırakıp yurt dışına çıkardı.
Dedem profesyonel fotoğrafçılık mesleğini yıllarca icra etti. Ülke dışına çıkıp yeni yerler keşfetmeyi bir iş olarak değil hayat felsefesi olarak görürdü hep. Yani ben o zamanlar böyle sanıyordum. Her dönüşünde bize çektiği fotoğrafları gösterir, gittiği yeri en ince ayrıntısına kadar anlatırdı. Biz de dedemin geleceği günü sabırsızlıkla bekler, geldiğinde onu soru yağmuruna tutardık. "Dede İspanya nasıldı?, Dede Rusya soğuk diyorlar, dede Norveç'te o yeşil ışıkları gördün mü?" Gibi soruları sorar cevabından fazlasını öğrenirdik hep.
Dedem seyahate her çıkacağı vakit öğretmen arkadaşından bir kutu tebeşir alırdı. Neden yaptığını anlamazdım tabii ama çocuk aklımla bunu neden yaptığını da sormazdım. Bir de boğazından hiç çıkarmadığı, üzerinde gümüşten bir kırlangış olan kolyesi hem boğazında olurdu.
Biz büyüdük ve dedem seyahatlerine daha az çıkar oldu. Yaşlanıyordu. O gün illaki gelecekti ve sonunda geldi. Dedem artık son seyehatine çıkacaktı. Yolculuk Mısır'a, piramitlereydi. Dedem altmış yaşı geçmişti ve Yusuf ve ben yirmimizde dal gibi çocuklardık. Dedemin kalbi onu arada zorluyor diye gitmesini hiç istemedik ama dedem yani o yılların gezgini adam gitmekte ısrarcıydı.
Bazı şeyler ısrar ettikçe felaketi çağırırmış sanki. Dedemin Mısır seyahatinden eve geri dönen sadece eşyaları oldu. O dönemin şartlarında dedemi vakitlice ülkeye yetiştiremediler. Dedem Mısır'a, piramitlere yakın bir yere defnedildi. Ölüm sebebine kalp krizi denildi. Böylece ikizim Yusuf ve ben öylece yalnız başımıza kalmıştık.
Daha yirmisinde toy gençler olduğumuz için o dönemde beş parasız dedemizi ziyaret edemedik. Ta ki aradan geçen on beşi aşkın yılın ardından ikimiz de meslek sahibi olup bir miktar para biriktirince bazı geç kalmışlıkları yerine getirmenin zamanı gelmişti.
İkizim ve ben Mısır planları kurarken dedemin öğretmen arkadaşı her zaman olduğu gibi yine bize destek oldu. Dedem öldüğünden beri yanımızdaydı. Bizi Mısır'a uğurlarken dedemin emaneti kolyeyi elimize tutuşturdu. Elimizdeki kırlangıça baktım, aklımda dedemin gözüme bu kolyenin iliştiği tüm anıları belirdi. Öğretmen ardından bir kutu tebeşiri de elimize verdi. Anlamadık tabii "Neden?" Diye sorduk. Geçiştirir gibi "Dedenize böyle yapardım onu her yolladığımda. İçimden yine böyle yapmak geldi." Dedi.
Uzun uçak yolculuğunun ardından Kahire'ye vardık. Gerekli merciilere başvurup yıllar önce ölen dedemizin mezarını bulmalarını istedik. Günler sonra elimize bir belge tutuşturup bize bir adres gösterdiler. Piramitlere çok da yakın bu yere girdik ve dedemizi aramaya başladık. Birçok mezar taşı geçtikten sonra üzerinde Türk bayrağı olan bir mezar dikkatimizi çekti. Mezar taşında dedemizin ismi yazıyordu. Ama dedemizin isminden hemen önce şöyle bir ifade vardı: Şehit
Şaşkın bir şekilde birbirmize bakarken ne ara yanımıza kadar geldiğini anlamadığım, beli eğilmiş, yaşlı, zayıf ve başından başlayıp omuzlarına devam eden siyah bir bez ile örtülü biri bir anda omzunu kollarıma atıp "Sizin burada olduğunuzu biliyorlar, derhal kaçmalısınız." Dedi. Türkçe konuşmasına şaşıracakken adamın hiç de yaşlı olmadığını fark ettim ve boğazında aynı benim boğazımdaki kırlangıç kolyesinden vardı. Ben anlayamadan uzaktan üç tane gayet yapılı adamlardan biri eliyle bizi diğerlerine işaret etti. Az önceki yaşlı sandığımız adam çoktan kaybolmuştu. Piramitlere doğru koşup izimizi kaybettirmeye çalıştık.
Koşuyorduk ama onlar da çok hızlıydı. Yusuf'la beraber turist gibi Giza Piramidi'nin içine girip kalabalığa karıştık. Öylece yürürken duvarda çok küçük bir şekilde tebeşirle kırlangıç resmi çizildiğini gördüm. Dibinden geçmeden göremeyeceğim küçüklükteydi. Peşimizdeki adamları unutup bu simgeden daha var mı diye aramaya başladım. Kırlangıç resminin baş kısmı nereyi gösteriyorsa o tarafa gittikçe karşına bir tane daha çıkıyordu. Çantadaki tebeşire baktım. Bunu dedem mi çizmişti yani?
Tenha bir yere geldiğimi ve Yusuf'u çok geride bıraktığımı fark ettim. Hemen dönmeliydim. Koşarak Yusuf'u aramaya başladım. Daha önce hiç bir piramidin içine girmemiş biri olarak oldukça hızlıydım ama kuytu bir köşede Yusuf'un ayaklarını görünce öylece kaldım. Yaklaştım ve ikizim yerde boylu boyunca yatıyordu. Boğazı mosmordu. Başucunda bir kırlangıç resmi vardı. Seslendim, duymadı. Artık bağırıyordum, yardım istiyordum, ağlıyordum.
O günün gerisine dair sağlıkçılarla Yusuf'u taşımamızı, çıkışta peşimizdeki üç adamın yerde yatıyor olmasını ve o yaşlı sandığım adamın bir ara kulağıma yaklaşıp "Kardeşin kurtulamadı, sen geri dön." Demesini hatırlıyorum.
Yusuf'un cenazesini de alıp Mısır'dan döndüm. İki kişi çıktığım bu yolda eve yalnız başıma dönmüştüm. Beni bir ekip karşıladı. Her birinin üzeri siyahtı ve bellerinde silahları vardı. Ben ağlamaktan bitap düşmüş haldeydim ama gün yüzüne çıkması gereken sırlar durup kimseyi beklemezdi. O gün benimle konuşan adamlar ajandı, tıpkı dedem gibi. Dedem fotoğrafçı veya bir gezgin değilmiş. Bu ülke için çalışan bir ajanmış. Onun simgesi ise boğazımdaki kırlangıç kolyeymiş. Birbirlerine yer ve durum tespiti için bu işareti yıllar boyunca kullanmışlar. Ben ikizim Mısır'a girdiğimiz andan itibaren zamanında dedemi deşifre edip Mısır'da şehit edenler boğazımdaki kolyeden bizim Mısır'a sadece bir turist olarak gelmediğimizi düşünüp peşimize takılmışlar.
Beni karşılayan ekibin ricasıyla Yusuf'u şehitliğe defnettik. Mezar taşında tıpkı dedeminki gibi bir kırlangıç simgesi vardı.
O gün ikizim Yusuf'a daha hızlı dönseydim şimdi nasıl olurduk sorusu yirmi yıldır beni yiyip bitiriyor. Şimdi dedem başka ülkede Yusuf ise vatanında bir karış toprağın altındalar. Bense yirmi yıldır yüzleşemediğim şeylerle bu evde elimdeki albümün sayfalarını değiştirirken tek tek yüzleşiyorum. Ahşap sandığın başından ayrılmadan yirmi yıl önce buraya bıraktığım kolye ve bir avuç tebeşiri de alıp yüzleşmek için geç kaldığım ikizimin mezarına doğru yola çıkıyorum.
Ben Yunus. İkizim Yusuf o gün tek başına kaldığı kuytudan kurtulamadı. Bense içine düştüğüm vicdan denizinde yirmi yıldır boğuluyorum. Şimdi ikizimin mezarına doğru yürürken düşündüğüm tek şey var: O mucizeler peygamberlere ait.