Yaşadıkları yer onlar için cennetin yansımasıydı. Uzun dereler, şırıl şırıl akan şelaleler, rengarenk çiçekler, uzun kavaklar ve daha birçok güzellikler bulunurdu orada. Sadece mekân değil mekânda ikamet edenler de orayı güzelleştiriyordu. Sıcakkanlıydılar, merhametiydiler, dürüsttüler, vefatıydılar, birbirlerini çok düşünürdüler, birinin başına bir şey geldiğinde iyi veya kötü hep destek oturdular. Orayı cennet yapan insanlarıydı. Ta ki o melun güne kadar. Ne olduğunu anlamamışlardı. Atalarından yadigâr kalan iç içe geçebilen matruşka bebeklerin en küçüğü müzeden yok olmuştu. Çalınmıştı. Başka açıklaması olamazdı. Ama kimin çaldığını bulamıyorlardı. Kendi içlerinden biri çalmazdı. Çünkü hepsi o matruşkanın kutsal olduğunun farkındaydı. Millattan sonraki yıllarda ataları yaşadıkları yere göçmeden önce Moğan istilası ile karşılaşmışlardı. Yaşadıkları toprakları zalimler yakıp yıkmıştı. Çoluk çocuk demeden, genç yaşlı dinlemeden herkesi kılıçtan geçirmişlerdi. O topraklarda yaşayan karınca dahil hiçbir canlı kalmamıştı. Sadece baskının olduğu zamanda ticaret için kervanlarla gidenler ve keşfe çıkan erler kalmıştı o halktan. Onlar da yaşadıkları topraklara dönünce yanmış ve küle dönmüş bir toprak ile karşılaşmışlardı. Kekik kokan topraklar cesetler ile dolmuş ve güzel kokunun aksine ortalığa kirli ceset kokuları yayılmıştı. İçlerinde endişe ve üzüntü ile nefes alan bir can aradılar. Ama bulamadıklarında keskin bir bıçak saplandı yüreklerine. Her şey küle dönmüştü. Sağlam bir şey bulmak onlar için mucize olurdu. Alanın ortasına doğru yürüdüklerinde Hüsmet Bilge'nin matruşkasını görmüşlerdi. İşin garip yanı ise sapasağlamdı. Bunca enkazın arasında hiçbir yerinde zedelenme yoktu. Hüsmet Bilge'nin olduğunu bilmeselerdi onu oraya sonradan biri koydu derlerdi. Kalanlar kendilerine yeni yurt ararken o matruşkayı da yanlarına almışlardı. Ve nesiller boyu ata mirası olarak saklamışlardı, kutsal saymışlardı. Yerliler çoğalınca matruşkayı herkes rahat bir şekilde görsün diye müzeye yerleştirdiler. Çalınacağı akıllarına bile gelmemişti.
Çalınan en küçük bebekti. Onun çalınmasından sonra hiçbir şey eskisi gibi olmamıştı. İnsanlar benliklerini kaybetmişti. Dürüstlük yerini yalancılığa, merhamet yerini acımasızlığa, vefa yerini vefasızlığa bırakmıştı. Hatırda kalan şey zamanla değişmişti. İnsanlar arasında sevgi kalmamıştı. Huzur onları terk etmişti. Çoğu birbirleriyle kavga ediyordu. Yaşadıkları yeri güzelleştiren insanlarıyken bir anda çirkinleştiren de insanları olmuştu. Cennet cehenneme dönmüştü. Dereler, akarsular kurumuş; toprak kuraklaşmıştı. Rengarenk çiçekler yerini sararmış otlara bırakmıştı. Güzellikler yavaş yavaş yok olmuştu.
Bu durumdan etkilenmeyenler de vardı elbet. Halk için endişeleniyorlardı. Bir gün bir araya geldiler. Çoğunluk bilge kişilerdi. Üç tane de genç vardı aralarında. Bilge Âlem konuştu: " Yaşadıklarımıza neyin sebep olduğunu hepimiz anladık fakat buna nasıl çözdüm bulacağız?" Bilge Muay devraldı: " Atalarımız biz küçükken matruşkanın hikayesini anlatırken evrende iki adet olduğunu anlatırdı. Nerede olduğunu sorduğumuzda falanca ovaların arkasında derdi. Onu bulsak düzelir belki." Topluluk denemeleri gerektiği söyledi. En nihayetinde başka yapabilecekleri bir şey yoktu. Oraya gitmek için üç genci yollamaya karar verdiler. Gidecekleri yol tehlikeliydi. Savaşmak zorunda kalabilirlerdi. Tembihleyip uğurladılar.
Üç genç gidecekleri yere yaklaştıklarında aniden sis basmıştı. Göz gözü görmüyordu. Birbirlerini görmüyorlardı. Adımlarını atmadan önce kılıçları ile yeri tarıyorlardı. Fark edemedikleri bir anda muhtelif yerlerinde keskin sızılar hissettiler. Ne olduklarını anlayamadılar. Sisten göremedikleri için gelişine kılıçlarını sallayıp ilerlemeye çalışıyorlardı. Birbirlerini değmesin diye de aralarındaki mesafeyi açmışlardı. Kılıca değen bir şey yoktu. Bu olağanüstülüğü anlamlandıramadılar. Garip uğultular duydular ama korkusuzca devam ettiler. Uzunca bir müddet ilerledikten sonra sis anında kaybolmuştu. Kendi cennet vatanları gibi olmasa da burası da adeta bir cennete dönmüştü sisin dağılmasıyla. Beyaz kelebekler oldukça fazlaydı. Etrafa kekik kokusu yayılmaya başlamıştı. Mest olmuş bir biçimde önlerinde gözüken kulübeye doğru ilerlediler. Kapıyı tıklatıp beklediler. Yaklaşık bir dakika sonra yaşlı kadın kapıyı açtı. Çehresi sertti ve sert bir sesle sordu: " Ne var? Ne arıyorsunuz burada? "Gitmeden önce Bilge Muay onları tembihlemişti "Oraya vardığınızda Hüsmet Bilge'nin yadigârını almaya geldik, deyin. " Üç genç de içlerinden bir temsilci seçip aynen söylenmesi gerekenleri aktardı. Kadının yüzü düşmüştü duyduklarından sonra. " Demek o gün geldi ha?" dedi. Gençler anlayamadı söylediklerini. Kadın içeri girip elinde küçük bir bebekle döndü. Matruşkanın küçük bebeği. Gençler şaşırmıştı. Tam soracaktı kadın lafa başladı. " Bunu alın ve gidin. Halkımın tarihine bir istila daha iz bırakmasın." Gençler yine anlayamamışlardı. Tam gideceklerdi ki kadın onları durdurup " Yaralarınız tazeyken kekik sürün. Geç kalırsanız izleri kalır." Gençler teşekkür edip hayretler içerisinde geri döndüler. Dönüş yolunda sis yoktu.
Topraklarına vardıklarında merakla karşılamışlardı onları. Hemen toplanıp durum bilgilendirmesi aldılar. Küçük bebeği bilgelere teslim etmişlerdi. Onlar ise hemen gidip müzeye koymuşlardı. Gençler ise yaralarına kekik sürmeyi unutmuştu.
O günden sonra yavaş yavaş yaşadıkları yer eski hâline dönmeye başlamıştı. Bir gün matruşkanın küçük bebeğini almaya gidenlerden bir genç ile Bilge Âlem müzenin önünde oturuyordu. Genç kolundaki kekik sürmeyi unuttuğu yara izine puflayarak bakıyordu. Bilge ona dönerek:" Zor günler atlattık. Matruşkasız günlerimiz adeta kanayan bir yara gibiydi. Bambaşka bir yöne evriliyorduk. Kanamayı durduk. Yara kabuk bağlayacak ama iz bırakmayacak. Zamanla her şey geçer. Her kar yağdığında attığın adımın izi silinir. Senin de yaranın izi geçer elbet. Geçmese de o yaran ile kahramanca tarihimize bir iz bıraktın zaten. Onunla gurur duy."