Babasının hediyesini yıllardır açmıyor. Açarsa babasını affetmiş olacak. Ona bir adım gitmiş olacak. Ama babasını affetmek istemiyor. Babasına bir milim yürümek istemiyor.
Mezarının başında epey hesaplaşıyor. Bu kadar erken ölmemeliydi. Önemli günlerinin hiçbirinde yanında yoktu mesela. Kız istemeye bile amcasıyla gitmişlerdi. Olur muydu böyle? Adam, bir yığın toprak altında öylece yatıyor. Cevapsız yatıyor. Sessizliği cevap ya da. Oğlu duymuyor. Elinde tuttuğu paketi mezara uzatıyor. “Bak, bana yurt dışından doğum günüm için getirdiğin hediye. Kaç yıl oldu açmadım. Açmayacağım da. Attırmıyor da annem. Ne suçu var adamın, diyor. Ölmek suç mu diyor? Anlamıyor ki. Ölmeye bir ölümlü nasıl kızar? Anlamıyor ki. Suçun ölmek değil baba. Yaşarken benimle var olmamak. Uzaklara gitmek ve uzunca dönmemek. Bir erkek, babasını görmeden büyürse o başka adamlara benzer baba.”
Başka adamlara benzemeye kızıyor. Yüzünü inceliyor uzun uzun. Kaşı gözü saçı aynı babası. Ses tonu bile babası. Ama huyu. Annesine davranışı, çarşı pazarda esnafa muamelesi. Babası değil. Annesi arada diyor, baban da böyle yapardı. O zaman cevap vermeden uzaklaşıyor oradan. Üzülüyor ama içten içe mutlu da oluyor. Ama insan, kızgınken dünyanın kırıntısına bile mutluluğunu sezdirmez. Bir testiye döner. Hapseder mutluluğu içine. Sızdırmaz.
Babasının hediyesine de kızgın. Cansız dilsiz dudaksızın ne suçu var hâlbuki? Cansızlara suç yüklememiz de canlıların yüzünden. Komodinin çekmecesinde duruyor hediye paketiyle. Ama her gizemin bir çözücüsü bulunur. O evde yokken akrabalarının küçük çocukları odasına girip. Etrafı bir güzel karıştırıp. Hediye paketini görünce heyecanlanıp. Bir güzel açınca. Annesi açık kapıdan onları görünce. Çıkın çıkın diye civciv kovalar gibi kovalayınca. Olan oluyor. Hediye, paketinden arınıyor ve onun eve dönmesini bekliyor. Ne kadar kaçabilirsin el kadar dünyada? Kaçtıklarına ne kadar süre yakalanmayabilirsin?
Annesi o gelmeden sarmaya çalışıyor ama olmuyor. Öylece kaldırıyor komodine. Nasıl olsa görecek. Görüyor da. Yıllardır açmadığı paket şimdi ona göz kırpıyor. Matruşka. Boynunda kravatı, yana taralı saçları, mavi gömleği, iki iri nokta gözleriyle. Yüzünde geniş gülümseyişiyle. Şimdi tüm yaşları koro hâlinde arkasında beliriyor: “Aç artık aç. Aç çok istemiştik aç.” Savamıyor da. İnsan herkesi savar başından. Herkesle baş eder. İnsan dünyaya kendisiyle baş etmeye geliyor.
Açıyor kutuyu. Masanın üstüne yerleştiriyor. Başında bekliyor diğerleri. On yaşı ısrarlı bakıyor. On iki yaşı biraz kırgın ama o da çıkarsın istiyor diğer boyları da. On beş yaşı öfkeli ama uzatma diyor, çıkar ve diz şuraya diğerlerini de. Susun, diyor arkasına dönüp. Sırayla açılacaklar. Her biri bir öfkeyi yendiğimde açılacaklar. Her biri bir izi silecekler. Ondan sonra. Yirmi beşinde oyuncaklar oynanmak için değildir artık. Susun, hadi yerlerinize. Eriyorlar birbirlerine geçip. Ensesinden girip kayboluyorlar.
Geçiyor karşısına matruşkanın. En büyük yük sende, diyor. Sözlendiğim günde olmamasını sileceksin. Kocaman göbeğiyle, iki nokta gözüyle kırmızı yanaklı matruşka gülüyor. Annesi giriyor odasına elinde çay. Paketin açıldığını görünce şaşırıyor. Matruşkayı görünce gözü doluyor. “Dayınlarda görüp istemiştin de pinti dayın vermemişti bu yurt dışından gelme, diye. Sen üzülünce de sana yerinden alırım bunu, diye söz vermişti baban.” Annesinin elinden çayı alırken bir şey demiyor. “Sağ ol anne,” diyor. “Kapıyı çeker misin çıkarken?”
“On beş yaşıma geldin sen. Ama geç geldin. İnsana on beş yaş hediyesi on altısında mı gelir?” On beş yaşı ensesinden çıkıp oturuyor hemen yanına. “Babam anlatmıştı gerekçesini. Başlı işi bıraksaymış, bir yıllık emeği çöp olacakmış.” Ters ters bakıyor on beş yaşına. “Ulan sen değil misin küsen? Ne ötüyorsun şimdi?” diyor. Susuyor o da. Doğru, diyor. Kayboluyor olduğu yerden.
Çayından bir yudum alıyor. On sekiz yaşı iri bir yudum alıyor bardaktan. Yavaş bitirdin, diye iteliyor yataktan aşağı. “En yaralın benim,” diyor yerdeki yaşı. “Cenazesini ben sırtladım, tüm iri yudumlar benim hakkım.” Sesini çıkarmıyor. “En önde taşıdım hem de. Mezarına ilk toprağı ben attım. Tüm yıllarının en acılısı benim. Koca adam, yalvartma kendine.” “Haklı,” diye düşünüyor. “O bile böyle diyorsa.” Büyük matruşkayı ortasından çeviriyor. On sekiz yaşı rahatlamış olarak kayboluyor ensesinden.
Nişanlısı arıyor o ara. “Çay içiyorum,” diyor. “Sen?” “Annemle temizlik yapıyoruz,” diye cevaplıyor kız. “Sonra dışarı çıkacağım. Gelir misin sen de?” “Yok,” diyor. “Bugün hallolması gereken bir mesele var. Başka zaman.” Telefon kapanıyor ve halletmesi gereken meseleye yeniden dönüyor.
Dışarıda gün soluyor. Hafif rüzgâr da var. Perdeyi aralayıp izliyor bir süre. Nevin teyze, iki büklüm yine pazardan geliyor. Tek canı için ne çok çarşıya çıkıyor bu kadın. Bahri abiye bak. Yanına almış hac arkadaşını. El kol hareketleriyle heyecanlı heyecanlı yine Arafat yolunu özetliyor. Alıyor eline bardağı, bir iri yudum daha. Bitti. Mutfağa gidip bir çay daha koyuyor. Annesinin ürkek bakışına aldırmıyor. İyiyim anne, diyor. Hadi işine bak.
İkinci matruşka biraz daha küçük hâliyle. Affetti mi? Yokluyor kendini. Affetti. Sildi mi tamamen? Silemedi. İzlerle yaşayacak. İnsanların hepsi böyle. Sildiğini zannettiği izlerle yaşar. Maksadın silmek değil de alışmak olduğunu bilmez. Alışmak, izleri bağrına basmakla başlar.
Çay güzel olmuş. Annesi iyi demliyor. Önce suyu koyuyor demliğe. Sonra çayı. Bir tutam da kekik. Halası yolluyor her sene memleketten. “Buranın kekiği başka,” diyor reklamını yaparken. “Nerede bulacaksınız şehirde böylesini? Bin derde deva bin. Televizyonda doktor dedi ki içini dışını temizliyormuş adamın.” İki nokta bakıyor ona matruşkadan, hadi devam et. “Bu seferki iş daha zor,” diyor yirmi yaşı. “Git ve duvardan indirdiğim fotoğrafımızı geri as.” “Senin yediğin herzeyi ben mi düzelteceğim yani?” diye hiddetleniyor. “Peki ben kimim?” diye soruveriyor yirmi yaşı. “Ver şu bardağı. Güzel koktu. Halam hâlâ yolluyor mu kekik ya? Sülalede cimri olmayan tek kişi. Maşallah.” Kalkıyor yerinden, salona geçiyor. Vitrinin en alt çekmecesini açıyor. İşte orada. Boynuna sarılmış. Burada babasına çok benziyor. Komşularının düğününde çektirmişlerdi. Arkada gelinle damat gözüküyor. Kuru pasta kemirirken sırıtan amca oğlu da. Geçiyor odasına. Şöyle bir tozunu alıp bir solukta asıyor yerine. Gözü mü doldu ne? Tozdan olmalı. Kaç yıllık toz.
“Bitirmişsin ulan bardağı. Sen hep böyle içerdin zaten.” diye kızıyor şimdi yirmi yaşına. Sırıtırken eriyor yirmi yaşı. Yerinde hafif çukur kalıyor. Annesi çaydanlığı getiriyor. Sen iki bardakla kanmazsın, deyip çıkarken fotoğrafı görüyor. Oğluna bakmıyor. Baksa gözü dolacak.Olmaz. İşi var. Haftaya düğünleri var.
Matruşkanın biri daha yan tarafa geçiyor. Sıra üçüncüde. On bir yaşı gelip oturuyor karşısına. Üstü başı çamur. Forması yırtık. “Odanı da kirletiyorum ama burası benim de odam sayılır, kusura bakma.” diyor. “Murat çelmeyi takınca iyi düşmüştüm. Sonra kavga çıktı. Bir temiz dövdüler beni. Milletin babasından dayak yemiştim. Babam neredeydi? Yurt dışında.” “Ayran var mı?” diyor on bir yaşı. “Çok sıcakladım. Çay iyi gitmez.” “Zıkkım iç.” diye karşılık veriyor ona. “Ben ne anlatıyorum, sen ne diyorsun.” Yüzünün çamurunu getirip onun üstüne sürüyor on bir yaşı. “Ne yapsaydı adam? Muhtaç mı etseydi bizi millete? Çalışıyordu işte. Bu da suç mu be puh sana.” Bunu der demez kayboluyor pencereden. Pencerede çamur izi kalıyor. Doğru, diye düşünüyor o gidince. Bunu affetmemek de cidden saçmaymış.
Dördüncü matruşka daha ufak. Sondan bir. Gülümsüyor biteviye. Sürekli gülenleri de hiç sevmez. Gamsız geliyorlar. Gamsız matruşka. Bir bardak daha kekik kokulu çaydan. İri bir yudum. Soğumuş biraz. “Sana benzememeyi affettir,” diyor matruşkaya bakarken. “Yüzümün benzemesi yetmez.” Yirmi üç yaşı gelip oturuyor karşısına. “Babam da senin gibi kolay hazmetmezmiş bir şeyleri.” diyor. “Annemi hiç dinlemedin mi? Çayı severmiş. Halamı dinlerken o da sıkılırmış, az konuş Nezahat, beynim yoruluyor sen konuşurken, dermiş. Perdeyi sıyırman bile baban, dediğini sen de duydun. Ee?” “Bunu biliyordun da niye kabul etmedin o zaman?” “İnatçısın. Babamın şu iş bitsin de döneyim dediği gibi inatçısın.”
Son matruşka. En küçük parça. Parçalanmayacak. Küçük ama öylece kalacak.
Tüm yaşları sıra sıra diziliyor önüne. Babası her birinin yüzünde bir iz. Her birisi şimdi bu son parçaya gözünü dikmiş bakıyor. Oldu mu şimdi? Affetti mi? Kapıdan dışarı çıkınca artık hayata daha iyi karışabilecek mi?
“Hep biz konuştuk,” diyor on dokuz yaşı. Babasını kaybedeli daha bir yıl olmuş. En yorgun yaşı o. Omuzları çökük. “Sen söyle. Affettin mi artık babamı gerçek bir suçu varmış gibi?”
Eline alıyor son parçayı. “Affetmiştim zaten,” diyor. “Yokluğuna kılıf buluyordum. Kandırdım ulan hepinizi.” Hepsi yerinden fırlayıp bir temiz pataklıyorlar bunu. Sarılıyorlar sonra. İnsan kendisinin abisi olur mu? İnsan, tüm sıfatları önce kendi üstünde dener. Saçlarını karıştırıyor kendisinden küçük yaşlarının. Sarılıp dururken vedalaşıyorlar. Af bittiyse herkes yerlerine. Eriyorlar sarılırken..
Onlar kaybolunca küçük matruşkayı eline alıyor. Küçücük gülüyor matruşka. Saçları yana taralı, mavi gömlekli. En küçük ama parçalanmayan.
Annesi giriyor odaya elinde telefonu. “Halan seninle konuşacakmış.” diyor yüzünü eğip bükerken. Kadın en yüksek perdeden bağırıyor telefonda. Bağırmadan sesini duyuramayacağını sanan Âdem kızlarından biri. “Efendim halacığım, hah duyuyorum seni.” “Yavrum,” diyor kadın gür sesiyle: “Yavrum bana bak, annen kekikli çayı çok içtiğini söyledi. Alüsünasyon mu elikünasyon mu ne yapıyormuş çoğu yavrum. Televizyonda doktor dedi, ona göre iç ha yavrum. Düğün öncesi millete rezil olmayalım.” “Tamam hala tamam. Gördüğüm helikünasyonları geldiği gibi yollarım merak etme sen.”
Kadın anlatıyor. Çok anlatıyor. Dünyanın merkezinde o ve anlattıkları var. Matruşka bile sıkılıyor. Olduğu yerde uyuyakalıyor.