Anka’nın Matruşkası

Emine Ecran Şenel

Samiri “Ben onların görmediklerini gördüm, bu yüzden elçinin izinden bir avuç avuçladım ve onu attım. Nefsim beni böyle yapmaya itti” diye cevap verdi. (Taha sr. 96)

Zümrüd-ü Anka’ydı gelen. Gelip pîrin kulağına bir şeyler fısıldayan. Fısıldayıp Kaf Dağı’na doğru yola çıkan. Arkasında bıraktığı bir çift ayak iziydi geriye kalan. Zümrüd-ü Anka’dan sonra pîr de kayboldu ortadan. Bir avuç toprak aldım Anka’nın izinden. Neye yarardı ki bir avuç toprak? Neye yaramazdı ki? Kardeşi kardeşe düşman etmeye yarardı misal. İnsanoğlunun hayatını satın almaya, karakterini yok etmeye, ölene kadar gözünü aç bırakmaya, öldükten sonra doyurmaya yarardı.

Pîrdi gönüllerin sultanı. Gözlerin nuru. İlm-ü ledün kapısı. Hanların hanı, şahların şahı. Kimya ilmini pîrden öğrendim ben. Halkı bana emanet ederdi giderken. Nereye gittiği bilinmezdi, kayboluverirdi birden. Ben dönene kadar iyi bak halkıma, dertlere deva, hastalıklara şifa ol. Gözlere yaş, gönüllere kan damlamasın, derdi. Son gidişinde demedi. Deseydi belki yapmazdım o işi. Deseydi aklıma şifa olmaktan başkası gelmezdi. Demedi.

Kekik her derde deva olduğundan bütün ilaçların ve yemeklerin içine az da olsa kekik katmamı salık verirdi pîr. Bu yüzden her gün farklı dağlardan kekik toplardım. O sabah da erkenden dağa çıkmıştım. Kekikler o sabah cennette açmış kadar güzellerdi ve kokuları ciğerlerimi acıtacak kadar etkiliydi. Daha önce de aynı yerden defalarca kez kekik toplamama rağmen böylesini görmemiştim. Bu kekiklerin çok daha etkili olacağını düşünerek dağda tek bir dal kekik tanesi kalmadığından emin olana kadar kekik topladım. Çok yorulmuştum. Büyük bir ağacın altına uzanıp en tatlı uykunun kollarına bıraktım kendimi. Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum şiddetli bir rüzgâr ve gürültüyle uyandım. Dehşetle ayağa fırladım. İşte o zaman gördüm Zümrüd-ü Anka’yı. Kocaman bir aslan gibi gövdesi, gemi yelkeni gibi kanatları vardı. Gözleri ahu gözü, gagası yok, ağzı dilber dudağı, tüyleri ebemkuşağı. Ah bir de sesini duyabilseydim. Kimbilir billur gibidir sesi. Duyanı sarhoş eden. Pîr de sesinin güzelliğine dayanamadığından yok olmuştur belki. O sesin güzelliğine dayanamadığından erimiştir belki de.

Uyandığımda Anka süzülüyordu kuşların denizinde. Göğün yüzünde. Süzüldü süzüldü, kondu dağın tepesine. Baktım pîr de az ileride duruyor. Anka konunca pîr edeple yaklaştı yanına. Kanadını öptü, alnına koydu. Kulağını Anka’nın dudaklarına yaklaştırdı. Anka o güzel dudaklarını oynattı. Pîr’e söyledi bir sır. Pîr başını salladı. Anka’nın ağzı ne dediyse pîr başı üstüne koydu. Anka uçtu, pîr cebinden mendilini çıkarıp salladı ardından. Sonra bir güzelin kirpiğinin ucuna düşen kar tanesi gibi eriyerek yok oldu.

Oraya gittim hemen. Anka’nın konduğu, pîrimin eridiği yere. Pîrden eser yoktu. Anka’dan ise bir çift ayak iziydi tek eser. Ne yapacağımı bilemedim. Pîre seslendim, cevap alamadım. Anka’yı çağırdım icabet göremedim. Anka’nın izinden bir avuç toprak aldım. Ağacın altında bıraktığım kekik dolu sepeti de yüklenip döndüm. Pîri bekledim. Akşam oldu, gelmedi. Sabah oldu, gelmedi. Bir gün, iki gün, beş gün, on gün oldu gelmedi. Üç günden fazla uzamazdı gidişleri. On beş gün oldu, gelmedi. Ahali her gün pîri sormaya başladı. Pîrin yokluğunu idare etmeye çalışmaktan sıkıldım. Pîr artık hiç gelmeyecekti belki de. Yeni pîr ben olmalıydım. Zira bu makama en layık kişi bendim. Ama bu ahaliye birden söylenebilecek bir şey değildi. Önce onlara pîri unutturmak ve bana minnet duymalarını sağlayacak bir şey yapmalıydım. Düşündüm taşındım ve nihayet ne yapacağıma karar verdim.

Kapı kapı dolaşıp herkesi meydana davet ettim. Ahali toplanınca pîrin sessizce bizi terk ettiğini, çok daha güzel diyarlara gidip bizi unuttuğunu söyledim. “Ama üzülmeyin,” dedim. “Ben size deva olacak, şifa verecek bir şey icad edeceğim. Yalnız bunun için sizin de fedakarlık yapıp elinizde bulunan altınları bana getirmeniz icab etmekte,” dedim. Ahali pîrin gelmeyeceğini duyunca üzüldü. Büyük bir hayal kırıklığının içine düştü. Hayal kırıklığının acısıyla pîre kızdılar. Sayıp sövdüler. Hayali kırılan insan düşmemek için tutunacak bir dal, bir tuğla, hiç olmadı bir çamaşır ipi bulur ve tutunduğunu rab beller. O rabbe dayayarak hayallerinin kırıklarını, yeniden inşa eder. Ahali de öyle yaptı. Önce bana tutundular. Sonra benim onlara sunduğum matruşka tanrıya.

Ahaliden topladığım altınları ateşte erittim. Erittiğim madenin içine Anka’nın izinden aldığım toprağı da ekledim. Karışımı, önceden hazırladığım her biri diğerinin biraz büyüğü olan Anka şeklini verdiğim yetmiş adet kalıbın içine döktüm. Döktüğüm karışım donunca kalıplardan çıkardım. Topladığım kekiklerden yetmiş adet taç yapıp heykellerin başına taktım. Çünkü halk arasında da kekik devayı temsil ediyordu. Sonra yetmiş heykeli birbirinin içine yerleştirerek kocaman bir matruşka heykel elde ettim. Heykeli yüz adamla birlikte alana taşıdık.

Heykeli gören halk alana toplandı. Onlara seslendim: “Ey ahali! İşte size pîrden daha pîr kutsal matruşka! Her derdinizin devası, her hastalığınızın şifası onda!” Teker teker matruşkaları birbirinin içinden çıkardım. “Her gün burada toplanarak sırayla dertlerinizi matruşkaya anlatın. Bu gün en küçüğüne. Yarın bir büyüğüne. Diğer gün daha büyüğüne. Yetmiş günün sonunda matruşka her birinize çarelerini dağıtacaktır.” dedim. Beni dinledikten sonra dertlerini anlatmak için sıraya girdiler.

Her günün sonunda dert dinleyen matruşkayı daha büyüğünün içine yerleştirdim. Yetmiş gün dolduğunda derdine deva bulamayan halka ne tür açıklama yapacağımı düşündüm. İlerleyen günlerde halkın, matruşkanın sevgisini kalplerine kana kana içirdiklerini, dertlerine deva aramayı unutup matruşkaya sevgi, hürmet gösterilerinde bulunduklarını fark edince rahatladım.

Yetmiş gün dolduğunda en büyük matruşka önünde sıraya girmişti insanlar. O gün matruşkanın ziyafet istediğini söyleyerek insanlara kocaman, gösterişli bir sofra kurdurup kendimize güzel bir ziyafet çekmekti niyetim. Fakat birden gök yüzünde bir karaltı oluştu. Ardından şiddetli bir rüzgar ve gürültü. Alana, tam da matruşkanın yanına Zümrüd-ü Anka kondu. Tek kanadıyla yerle bir etti matruşkayı. Anka'nın üzerinden pîr indi alana. Hiddetle yanıma gelip saçımı sakalımı çekiştirerek yüzüme tükürdü. Sonra okkalı bir tokat nakşetti yüzüme. Halk büyülenmiş gibi Anka’ya bakıyordu. Anka ise ahu gözleriyle bana. Ama gözleri ahu, bakışları zebani gibiydi. Canımı alacaktı sanki.

Pîr konuşmaya başladı “Şimdiye kadar size Rab katından ilham edilen ilimle sundum her devayı. Her şifayı. Her ilmi. Siz başka rabler edinin diye mi? Bu uzun yolculuğa sizin için göklerdeki nimet kapılarının anahtarlarını teslim alabilmek için çıkmıştım. Anahtarları aldım fakat birinci kat semaya indiğimizde sizin içinde bulunduğunuz bu rezilliği görünce yoldaşım Anka sinirlendi ve anahtarları okyanusa döktü,” dedi. Bunu duyan halk ahlayıp vahlamaya tüm suçu bana atmaya başladı. Ne yapacağımı bilemez hâlde kalakaldım. Sadece Anka’ya bakıyor, ondan bir medet umuyordum. Anka da bana bakıyordu. Canımı alacaktı sanki. Birden o güzel ağzını araladı. Beni kurtaracak, affedecek ve affettirecek bir çift kelam beklerken “Emanete böyle mi sahip çıkılır eşşoğlu,” dedi. Kanatlarını açtı. Kanadının biri bana çarptı ve beni bir kenara savurdu. Anka havalanıp uçtu.

E. Ecran