“İki de keklik bir kayada ötüyor!”
“Keklik değil lan kekik!”
“İşte ondan.”
O sene, kafamıza görünmez bir kalemle kazınmıştı. Aynaya baktığımızda bunu görebiliyorduk ama birbirimize söyleyemiyorduk. Bir iz bırakmıştı bizde. Her bakanın acıyacağı cinsten. Böyle düşünüyorduk ve bundan vazgeçemiyorduk. Bilmek istemiyorduk. Bilip de üzerimizden yükümüzü atabileceğimizin henüz farkında değildik. Hayatın böyle merhalelerden oluştuğunu fark ettiğimizde dünyada epey vakit geçirmiştik, çok yaşımız vardı. Geç olmasın güç olsun dedik bu zamana dek.
Kolunda o izle uyandığında anlam verememişti. Aslında böyle izlere alışıktı. Bir sabah uyandığında bacağında bir morarma görüyor ve annesine koşuyordu. “Bir yere çarpmışsındır.” Bu cevap ona yetiyordu. Çünkü genelde bir yerlere çarpardı bir yerlerini. O izi gördüğünde de kolunu nereye çarptığını hatırlamaya çalıştı ama başarılı olamadı. Annesine de sorma gereği duymadı. Bir müddet. Sonra bir vakitte sordu. “Hangi iz?” Şaşırdı. Annesi nasıl göremezdi bu izi? Annesinin görmesi azalmıştı. Vah annesine. Şimdi bir yükü daha olmuştu: Annesine acımak.
Zaman sonra annesi işlerden fırsat bulabilmiş de fark edebilmişti izi. Halbuki her pazar yıkıyordu onu. Belli ki bir yere işemişti. Ah bu çocuklar. Yoktan başa bela açarlardı. İkindi mehli orada burada dolanmaması gerektiğini defalarca söylemişti ona. Olsun. Başa gelen çekilirdi. Başka ne gelirdi ki elinden?
Günlerden bir Salı cinci bir hocanın dizinin dibinde buldular kendilerini. Adam korkuttu da korkuttu, aldıkça para aldı onlardan. Bir de tarif aldılar. Kekik lazımdı tarif için. Dağlara vurdular kendilerini. Ancak bir torba kekik bulabildiler. Mevsimi değildi. Tarifi hazırladılar. Sürdüler ize. Bir gün beklediler. İki gün. Üç gün. Beş gün. On gün. Çok gün. İlaç diye sürdükleri ilaç değilmiş. İz diye bildikleri o izden değilmiş. Cevizin marifetiymiş. Onun dağda aradığı da keklik diye bildiği kekikmiş.
Her şey bu olayla başlamıştı. Bizde bir iz bırakmamıştı hiçbir şey ama babamın küçükken yaşadıklarını tekrar ısıtıp önümüze koymuştu. Hastalıklı adamın çocuğu nasıl olsunmuş? Bunun zaten cemaziyelevvelini bilirizler. Daha nicesi. Babamızı delirttiler. Öyle şakadan değil. Ciddi ciddi delirttiler. En az kırk defa deli dediler. E gerisi malum. Annemizin gözlerinde zaman zaman o cümleyi okuyorduk: ‘Nerden aldım bu adamı?’ Sesli birkaç kez söyleyecek olsa da geri gitti. Yuttu. Yuttu. Yuttukça annemiz de delirmeye başladı. Ama o kendi kendini delirtti. Her olana ‘Neden?’ diye sordu. Hepsine bir cevap da bulamadı. Gerisi malum. Sıkıntılar matruşka gibi birbirini getirdi. Sıra galiba bize gelmişti. Bilmiyorduk. Kafamız her sıkıldığında o türküyü söylüyordu:
“İki de keklik bir kayada ötüyor!”
“Keklik değil lan kekik!”
“Ha ha ha ha.”