Beşparmak'ın Beşi Bir Olur Mu?

Yasemin Çakır

Beşparmak’ın Beşi Bir Olur Mu?

Güneşin tepemizi delip beynimize ulaşmak için hınca hınç çalışmaya devam ettiği bir Temmuz ayı. Adana’da yine, halka güneşe ateş etmemeleri için ilan verildi. Şanlıurfa’da bundan feyz almayan bir dayımız sıcaklığın 45 derece olduğunu görünce güneşe taş fırlattı. Gelen zamlardan sonra insanlar, sıcak havaları değerlendirip güneş ışınlarını yansıtarak yemek pişirmeye başladılar. İşi gücü olmayanlar, çareyi gündüz kendilerini eve kapatıp günbatımında dışarı salmakta buldular. Sosyal medyada birileri, Simpsonslar bunu da mı bildi, diyerek iklim pandemisini ortaya atmaya çalıştılar. Etkileşim için yapılanlar bazılarını hâlâ hayrete düşürebilirken bazılarını yalnızca güldürdü. TİHEK tarafından yalnız evli ve bayan öğrenciler için verilen ilanlardaki ev sahiplerine, emlakçılara ve yayımlayan sitelere 102 bin türk lirası ceza geldi. Be kar lar da vaardır! 😀

Filenin Sultanları’nın Dünya Şampiyonu olmasıyla Türkler sosyal medyaya çöktü. Zuckerberg ve Musk arasındaki tartışma gittikçe büyüdü. Petrole bir gece ansızın zam geldi; halk, sabah uyandığında hayatının şokunu yaşadı. Vergiye vergi eklendi. Avustralya’da piyasaya sürülmek üzere göz yaşartmayan soğan yapıldı. Yapay zekanın yanlış bilgiyi insanlardan daha inandırıcı şekilde anlattığı araştırmalarca onaylandı.

Son iki haftada gündemdeki bu haberleri buralarda, Beşparmak dağının eteklerinde, koyunlarımı güderken öğrendim. Gerçi koyunlar dedemlerin. Olsun, koyun yine de güdenindir bence.

Geçen hafta haberleri okurken koyunları kaybedivermişim. Keçi gibiler, bir yerde durmuyorlar. Tepeye tepeye çıkıyorlar. Kaybetmeyip de ne yapayım. Sonra araya araya izlerine rast gittim şükür. Epey de uzağa gitmişler. Hayvan dediğin sıcakta gölgeye kaçar, bizimkiler öteki köye kaçmış. Yağmur, çamur da yoktu. Allahtan içlerinden biri biraz kilolu da yılmanarak giderken oraya buraya sürtmüş, tüylerini bırakmış. Hansel ve Gretel’deki gibi. Arkasında iz bırakmasa daha da bulamazdım valla. Neyse işte peşlerinden öteki köye kadar takip ettim. Bilen bilir, dağ olan yerin kekiği de boldur. Bizim köyden Beşparmak’a varana kadar tüm yol dağ kekiğiyle doludur. Kokusunu bir kere alan o yol bitsin istemez. İş bu ya, bizim koyunlar da dağ kekiği olan yerlerde gezmeyi pek sever. Gittikleri köye kadar izlerini takip ederken geçtiğim tüm patikalar kekiklerle bezeliydi. Ah o koku… Hiçbir yerde yok valla. Şehirde satın alınan kekik bir türlü tutmuyor yerini. Denedim yahu, ordan biliyorum. Bu kekiklerin de bir sürü çeşidi varmış. Ama en faydalısı bu dağ kekiğiymiş. Hazır tam vaktiyken koyunlar bekler dedim, yol kenarında gördükçe heybeme attım. Bizim evden kekik eksik olmaz. Her şeye de pek yakışır. Hele kahvaltıda yapılan tereyağında sotelenmiş bebek patateslere...

Bu kadar sıcak olmasaydı çoktan acıkmıştım. Sauna etkisi resmen. Sıcak hem iştah kaçırıyor hem de seni su gibi yapıp çabasız zayıflatıyor. Müthiş bir şey. Başına sıcak geçene kadar tabii. Sonrası feci bir baş dönmesine eşlik eden ağrılar silsilesi.

Ne diyordum? Hah! İşte koyunların izini takip ederken heybeme bir kavanozunu rahatlıkla dolduracak kadar kekik topladım. Sıcağın bağrında da git git yol bitmedi. Dağın etekleri gözüme daha uzun görünmeye başladı. Namert hayvanlar gidecek günü buldular, diye söylendim. Başlarında dedem dururken hiç böyle yapmıyorlardı. Dedem olsa şimdiye sıcaktan bayılırdı zaten, biliyorlar demek ki. Amaann ne diyorum ben, güneş kafama geçti iyice.

Etrafta makilerin bol olması ilk defa işime yaradı. Şişko koyunun yünleriyle yanlışlıkla bıraktığı izleri bile rüyamda görürdüm valla.

Ara ara çam ağaçlarına denk gelip gölgelerine sığındım. Yoksa çölde kalmış ornitorenk gibi susuzluktan dilimi dışarı salar, güneşin altında düşer kalırdım.

Anlayacağınız epey yol yürüdüm. Bizimkileri köyün girişindeki bir evin bahçesine dadanmış hâlde buldum. Başlarında da yaşlı bir teyze vardı. Aha, dedim. Kesin bağırıp çağıracak bana, otlarımı mahvetti bunlar diyecek.

Daha yanlarına varmadan beni bir tutuşmak aldı ki sormayın. Teyzeye yapacağım açıklamaları düşünmeye başladım. Neyse ki gerek kalmadı. Kızgın değilmiş meğer, sıcaktan kaşları çatıkmış. Bir de miyopmuş tabii. Her miyop bilir ki bir ekartör bile güneşte o gözleri kısmaya engel olamaz.

Ben şu köyden, şu şunun torunuyum muhabbetlerinden sonra bizim koyunların kekiklere dayanamayıp patikadan buraya sapıverişinden, nasıl izlerini bulup takip ettiğimden bahsettim. Derken laf laf açtı. Koyunları köye götürme saatim geldi. Güneş usul usul Beşparmak’ın arkasına çekilse de teyzeyle tutturduğumuz hoş sohbeti bölmek gelmedi içimden. Teyzem, dedim. Son bir çayını daha içeyim de yavaştan yola koyulayım. Ah yavrum biraz daha otursaydık keşke. Ama sen de haklısın merak eder ninen, deden. Sen ara ara böyle çık gel emi, yaşlanınca insan bir çift hoş sohbeti arar oluyor, dedi. İçim acıdı. Yalnızdı belli. Ne yapsam diye düşünürken heybemden topladığım kekikleri çıkarıp koydum aramızdaki masaya. Tuttum ellerinden. Bak, bunları gelirken topladım. Mis gibi kokuyorlar. Sen bunları al, ben yarın yine gelirim. Demlersin içeriz olur mu? dedim. Ağzı kulaklarına vardı. Olur tabii ya, dedi.

Bir çay daha içip kalktım yanından. Koyunları önüme katıp köye döndüm. Bizimkilere teyzeyi anlattım uzun uzun. Meğer bu yaşlı teyze buralarda epey biliniyormuş. Buraların ebesiymiş önceden. Gözü pek görmeyince bırakmış bu işleri. Biraz yalnız gibiydi, dedim. Ziyaretine pek gelen giden olmaz onun, dediler. Çocuklarından, torunlarından bahsettiler. Teyzenin eşi yaşarken arada sırada da olsa tatillerde gelirlermiş yanlarına. Beyi vefat ettikten sonra uğramaz olmuşlar. O, hep övünerek onlardan bahsetse de onlar köylük yerde ne yapacağız deyip ziyaretine bile gelmekten noksanlarmış. Öyle bir teyze ki yine de olsun varsın, onlar iyi olsun bana yeter, deyip dururmuş.

Köyde kaldığım süre boyunca her gün kekiklerin arasından salına salına Fatoş teyzenin evine gidip gelmeye başladım. Ağzından hayır duası eksik olmazdı. Geleceğim vakte yakın çayı demler yanına da bir şeyler çırpıverirdi. Laf lafı açardı akşam ederdik. Ben koyunları önüme katar eve döner, ertesi gün yine kapısında bitiverirdim.

Söyledikleri gibi, hep çocuklarından, torunlarından bahsederdi. Yanına gittiğim günlerden birinde çay tepsisinin yanında bir matruşkayla çıkageldi. İlk defa o zaman bahsetti eşinden. Onca yıldan sonra onsuz olmak ağır geliyor, demişti.

Yük gemisinde çalışırmış bey amca. Vardığı limanlardan parası yettikçe hediyeler alırmış ailesine. Amca on yedi, Fatoş teyze daha on dördündeymiş evlediklerinde. İkinci çocuğa gebeydim bu işe girdiğinde derdi. Zamanın yaşanan olaylarla ifade edildiği o dönem. Ekinler boy verdiğinde, hasat vakti geldiğinde, gündönümünde… Bu dönemin insanlarından zarar geldiğini görmedim şimdiye dek. Yine saptım işte konudan.

Amcanın çalıştığı yük gemisinin yolu ne hikmetse bir gün Rusya’ya da düşmüş. Nasiplerinde varmış ki amcanın da maaşını yeni vermişler. Gemiden iner inmez limandaki turistik dükkanların vitrinlerine sıralanmış düzinelerce bebek dikkatini çekmiş amcanın. Daha çocuk sayılan eşine bundan daha anlamlı bir hediye düşünememiş. Anne figürünün içerisine iç içe yerleştirilmiş yedi bebek. Yedi boğaz. Dört kişiyken zar zor geçinen bir aile için korkulu rüya gibi bir şey. Neyse. Amca o matruşkadan öyle çok etkilenmiş ki maaşının yarısına mâl olmasına rağmen yine de almış. Hem eşinin hem de çocuklarının yüzünü güldürecek kadar eşsiz bir hediyeymiş onun için.

Matruşka yıllarca evlerinin gözdesi olmuş. Çocuklar matematiği içlerine doldurdukları fasulye ve nohutlarla öğrenmişler. Yeri gelmiş baharatlık olmuş, yeri gelmiş konu komşuya hava atılmak için evin ortasına konmuş.

Rahmetli terk-i diyar ettiğinden beri başucumda taşırım. Yıllara o da benim gibi göğüs gerdi, sırdaşım, yoldaşım oldu. Beşparmak’ın her köşesini benimle dolaşmıştır bu, derdi Fatoş teyzem.

Ara ara yanına vardığımda onu dağa dalıp gitmiş izlerken bulurdum. Öyle içli içli bakardı ki bir gün dayanamayıp neden hep aynı yere bakıyorsun diye sordum.

Endymion efsanesini hiç duydun mu? dedi. Yok, dedim o ne? Anlatmaya başladı: Homeros'un birkaç dizesinden doğmuş gibidir. Efsanenin asıl kahramanı, Latmos, bugünkü adıyla Beşparmak dağı. Bizim buralar işte.

Hikâyeye göre bu dağın eteğinden, Menderes ırmağı dans edercesine akar, gümüşten aylar çizermiş döküldüğü ovaya. Beşparmakların görkemi, insanları uzak geçmişlere, dağları birbirinin üzerine yığan büyük sarsıntılar çağına götürürmüş. Beş doruğunu bir elin beş parmağı gibi göğe uzatan bu dağa bakarken neredeyse o depremlerin gürleyişini duyarmış insan. Fakat ay ışığı öyle bir düşermiş ki dağa tüm bu sertliğini şeker gibi eritirmiş. Endymion efsanesi de işte böyle bir dekor içinde var olmuş.

Endymion, Beşparmak dağında sürülerini otlatan sıradan bir çobanmış. Kavalından başka pek de bir varlığı yokmuş. Gündüz kayadan kayaya hoplayan keçilerini gözler, gideceği yolu, mis kokulu dağ kekiklerinin arasından bulurmuş. Kavalı Endymion'un biricik dostuymuş. Onun sevincini, özlemini duyurur; yeşil çimenlerin, sağa sola serpilmiş ağaçların, cıvıl cıvıl akan suların seslerini çağlarmış. Bu ıssız yerde Endymion'u ne gündüz kavalını üflerken, ne gece taze çayırın üstüne uzanıp sere serpe uyurken kimsecikler göremezmiş. Yalnız ay ışığı görürmüş onun gürbüz bedenini. Ondan sebeptir ki ay tanrıçası Selene, Endymion'a baka baka, gönül vermiş ona. Ne zaman, nerede doğsa, hemen çobanına koşarmış. Gövdesini ışınlarıyla sarıp öpermiş onu. Endymion'la Selene için sevgi, ışığın ta kendisiymiş.

Bilen bilir, ölümsüz tanrılar her hikâyede kıskanır insanların mutluluğunu. Onların sevgiyle bir çeşit sonsuzluk, güç elde etmelerini istemezler çünkü. Ama bu hikâyede durum farklıymış. Tanrıların tanrısı Zeus, ikilinin bu bitimsiz sevgilerinden hoşlanmış. Öyle ki Beşparmak dağlarının yoksul çobanına bir armağan vermeye karar vermiş. Dile benden ne dilersen, demiş ona. Endymion da durmuş durmuş, ölümsüz bir uykuyla uyumayı dilemiş.

O gün bugündür Beşparmak dorukları ay ışığında karlı gibi ağarırmış. Işınlar, göklere parmak uzatan doruklardan aşağı su gibi akarmış. Ağaçlar, nereden geldiği belirsiz bir esintiyle yapraklarını ürpertir, fısıldaşırlarmış. Kayadan kayaya Endymion'un kavalı hep aynı sesle yankılanırmış. Dağların ıssızlığını, insanların özlemini çalarmış. Beşparmak'ların çobanı Endymion'la ay tanrıçası Selene’in ışıklı, ölümsüz mutluluğu böylece gözler önüne serilirmiş.

Hikâye duyuldukça Beşparmak ünlenmiş. Zamanla insanlar, dağın en tepesine ‘‘Selvili Tepe’’ demeye başlamışlar. Sevenlerin sonsuzlukla buluştuğu o yer. Doğru mudur bilmem. Ama bazen doğru olmasını diliyor insan.

***

Her yazı büyük bir hevesle köyde geçirmeye devam ettim. Fatoş teyzenin hikâyelerinden, olan biteni anlatıp onunla dertleşmekten hiç sıkılmadım. Yıllar böyle böyle geçip gitti. Sonra bir noktada kendimi dünya telaşına kapılıvermiş hâlde buldum. Yazları daha az gider oldum.

Böyle bir yazda, gece ısrarla çalan telefonla uykumdan uyandım. Dedemler Fatoş teyzenin hastaneye kaldırıldığının haberini verdiler. Beni görmek son bir kez görmek istemiş. Meğer epeydir durumu ağırmış da kimseye söylememiş. Göçüp gitmeyi beklemiş öylece.

Hastaneye varır varmaz öptüm ellerinden. Bana niye söylemedin, diye kızdım biraz. Söylesem ne olacaktı? Bir de beni dert edip üzülmeni istemedim, dedi. Ölüm döşeğinde bile yine kendisinden başka herkesi düşünüyordu.

Sabaha çıkamadı Fatoş teyze. Rahmetliden geriye bir bana bıraktığı matruşkası kaldı. Bebekleri birbiri içinden çıkardıkça gördüklerim beni daha çok etkiledi. Her bebeğe hayatından önemli bir parçayı sığdırmıştı. En küçüğünün içine doldurduğu dağ kekiklerini görünce tuttuğum gözyaşlarıma daha fazla engel olamadım. Anne olana sarılmış notu bulduğumda yaşları silip dikkatle okudum.

***

Dediğini yaptım. Biricik matruşkasını Selvili Tepe’nin topraklarına emanet ettim. Artık dağın doruklarından süzülecek ay ışıkları, Endymion’la Selene gibi onların da mutluluğunu taşıyacak. Fatoş teyze sonunda sevdiğine kavuşacak.