Bir arının kanadına atladım. Peşimden bağıran olmadı. Arkamda kocaman bir ayçiçeği tarlası bıraktım. Güneşi takip ederek yaşlanıyorlardı. Böcekleri bıraktım. Toprağı havalandırıp sebze köklerini kemiriyorlardı. Çiftçileri bıraktım. Ellerinde zirai ilaçlar, katil oluyorlardı.
Arı, hissetmedi bile varlığımı. Kafasının arkasına kadar geldim. Yapıştım sarı tüylerine. Rüzgâr, yüzüme vurdu, gözlerimi kıstım. Çiçekten çiçeğe atladı arı. Polenleri sürdü yüzüne gözüne. Toz zerreleri her seferinde hapşırttı beni. Ama garip bir zevk de aldım bundan. Vızıltısı, başta başımı ağrıttı. Sonra tatlı bir melodinin nağmeleri gibi geldi. Kâinatın ritmine bıraktım kendimi. Alıştım. Bir arının sırtında, arının duraklarına, sesine, polenlere, inanılmaz güzellikte ve kokuda çiçeklere alıştım. Arı kanadından dünya, şimdi ne güzeldi.
Oradan oraya uçup duruyordu. Bir ovadan geçtik. Tam üç günde. Ormana vardık. Taze kekik ve çam kokuları genzimi doldurduğunda daha önce nefes almadığımı hissettim. Tam kırk beş yıldır ilk kez nefes alıyor gibiydim. Oysa ne kolaydır nefes almak. İçine çek ve ver. Fark etmezsin bile onu. Ama şimdi aldığım tek nefes, diğer tüm nefeslerimi yalanlamaya yetti.
Çam ağaçlarını öylece durur sanırdım. Sağa sola devinip duruyorlardı. Üstelik rüzgâr vurduğunda öyle bir ses çıkarıyorlardı ki bir ilahinin uhrevi sesine benziyordu. Arı, ormanda eğrelti otlarının, yamaların üstünden uçtu uçtu. Çiçekleri buldu. Bu her şeyden uzakta, çamların dibinde yetişmiş çiçeklerin kokusu ova çiçeklerininkinden farklıydı. Çiçeklerin eşit olduğunu sanırdım. Adaletsizliği insan hastalığı zannederdim. Dağ çiçeklerini görmek fikrimi değiştirdi. Her şeyden uzakta, insandan ve onun gürültüsünden, dırdırından, kavgasından ve zirai ilaçlarından uzakta olan çiçeklerle ovadaki çiçekler eşit olamazdı. Ova çiçeklerine acıdım o an. Gamlı geldiler gözüme. Dağ çiçeklerine imrendim. Biraz da kızdım. Herkesten uzakta ve güzel olmak kolaydı. Herkese rağmen güzel kalsalardı sıkıysa. Bunu da insandan bildim.
Ormanda en çok kekik çiçeklerini sevdim. Küçük küçük, pembe pembe. Arı, onların üstünde şöyle bir uçunca fark ettim kekik olduklarını. Yoksa bu çiçekleri onlara konduramazdım. Şimdi önümüzde çayırı sarmış kekikler ve taşıdıkları bir yığın çiçek vardı. Arı ondan ona ondan ona dolaştı. Bir ara sızmışım sırtında. Hızla havalandığında tam düşmek üzereyken uyandım. Ormanı geride bırakıyorduk şimdi. Her yeri saran çimenleri, gür eğrelti otlarını, bir asker gibi dimdik çamları, çamlara sarılmış reçineleri, kendi başınalığın keyfini çıkaran çiçekleri, kendine yol bulmuş usulca akan dereyi… O dereden nice su sızlıyor, kimse bilmiyor. Bilseler de bilmeseler de sızlıyor. Bilmek, sanılandan daha az yer kaplıyor dünyada. Bilmek, ne derenin yatağını değiştirebiliyor ne de bir taşı kıpırdatabiliyor yerinden. Bilmek, dereye dokunamıyor.
Tozlu kıvrımlı yollarda uçtu arı. Kimi yerlerde konakladıysa da boz topraklarda umduğunu bulamadı. Ama eğilip baktım suratına. Umduğunu bulamayınca bozulmuşa benzemiyordu. Milim değişmiyordu ne yüzü ne hareketleri. Kanatlarını öne alıp bırakmıyordu mesela kendini aşağı. Dereye uçup dalmıyordu suya. Kurallara en sadık Allah’tır demişti biri. Onun yarattığı bir varlığın sadakatini görmek bu sözün altını doldurmuştu. Arı, kurak bir toprakta çiçek aramaması gerektiğini biliyordu. Yine de geçiyordu şöyle bir üstünden. Bulamayınca mızıkçılık yapmıyordu. İğnesini bırakıp kaçmıyordu. Uçmaktan vazgeçmiyordu. Kurallara öyle sadıktı ki üstünde taşıdığı beni bile gözü görmüyordu. Donuk gözleri ileriye kilitle sadece uçuyordu.
Onunla ne kadar uçtuk bilmem. Bir köy gözüktü ufukta. Yaklaştık yaklaştık. Girişteki tarlalarda eğlendi. Mor leylakları andıran tarla çiçeklerinde dolaştı. Papatyalara kondu. Kimse dokunmamıştı onlara. Seviyor sevmiyor diye soran olmamıştı. Bu kadar çetrefilli bir varlığın sevgisi dilsiz dudaksız papatyaya sorulur muydu hem? Bilse de demezdi papatya. Gelinciklere kondu. Gelincik oyunu oynardık ablamla küçükken. Daha çiçeğini açmamış bir gelinciği koparır, sorardık: Gelin mi, damat mı? Beyazsa damat, kırmızıysa gelin.
Köyün girişinde mezarlık vardı. Mezarlıklar köylerin girişinde olur ekseri. Köye girerken içiniz ezilir, ukalalıktan sıyrılır, kibrinizin üstünde tepinirsiniz mezarlığı görünce. Köyden çıkarken şımarmış ruhunuzu hizaya çeker, başınızı zorla çevirirsiniz sessizce yatanlara. Arı da mezarlığa uğradı. Mezar üstlerine ekilmiş susam çiçeklerinin üstünde dolaştı. Meyve ağaçlarının çiçeklerinde eğleşti. Mezarların üstünde dolaştıkça içim ezildi. Ürktüm önce. Kimisi yetmişinde ölmüş. Kimisi on beşinde. Kimisi küçücük bir mezarın içinde. Gözümden yaş süzüldü. Arının boynuna damladı. Çiçekler burada da çiçekti. Arı burada da arı. Alacağını aldı. Çıktık mezarlıktan. Gözüm arkada kalakaldım.
Çamurlu bir su birikintisinin üstünde eğleşti derken. Baktım, ufacık birikintiye gökyüzü inmiş. Bulutlar yansıyor. Ağaç dalı yansıyor. Yüzümü gördüm sonra. Eğildim iyice baktım. Arının kanadına atlayalı bir ay oluyor ama en az beş yaş gençleşmişim. Aklımı seveyim, diye düşündüm. Ne iyi etmişim. Birikintideki suretime el salladım.
Köye girdik. Meydanda çocuklar zıplaşıyordu. Damarlarından hayat fışkıran. Yaşlılar pinekliyordu. Damarlarında ölüm dolaşan. Arı hepsinin ortasından geçti gitti. Camiye yaklaştı. Duvarına yaslı iki bank. Bankta vakit namazını bekleyen beş altı köylü. İçeri girdi. Küçük ama ferah. Yeşil halıları çimen gibi duruyor. İmam efendi vardı içeride. Klimalar çalışmıyor olacaktı ki yüzünü gözünü sile sile pencereleri açıyordu. Arı, şöyle bir turladı. İkinci kata çıktı. Pencereye kondu. Sonra çıkmaya çalıştı. Bir çarptı iki çarptı cama. Bağırdım: “Pencere kapalı. Açık olandan çıksana.” Duymadı. Çarpıp durdu kendini. Ne anlamsız, diye düşündüm o an. Olmayacağı garanti bir işte ısrar edip duruyor. Aptal arı. Bu çarpmaların birinde sendeledim. Elim kaydı. Tutunamadım. Yuvarlanıverdim halıya. Arı neden sonra vazgeçti kendini cama çarpmaktan. Açık bir pencereden uçtu gitti.
Halıda kalakaldım. Biraz sonra ezan başladı. Ezanla birlikte dışarıda bekleyen bir avuç cemaat içeri girdi. Seyrek seyrek yayıldılar boş camiye. İmam ezanı bitirince arkasına döndü. Baktı ki dört bir yana dağılmış darı tanesi gibi cemaat. “Yahu,” dedi. “Aranıza şeytanları doldurmayın, safları sıklaştırın.” Memnuniyetsiz toplandılar. Cemaat olmak hoşlarına gitmiyor olmalıydı. Namazlarını kılıp çıkıp gittiler. İmam da camiyi kilitledi. Olduğum yerde sızıp kalmışım. Gece vakti uyandığımda ay ışığı dolmuştu içeri.
Spotların bir kısmı da açık olduğundan etrafı görebiliyordum. Pencereye tırmansam dışarıyı da görebilirdim elbet ama bu cüsseyle imkânsızdı. Aşağı kata inersem çıkmak için bir çare bulurdum belki. Yürümeye başladım. Önümde sanki kilometrelerce yol vardı. Yürüdüm yürüdüm. Cami çıkışına geldiğimde kapı açıldı. İmam uykulu gözlerle ayaklarını sürükleyerek içeri girdi. Ezan okumaya başladı. Sabah ezanı köyü doldururken açık kapıdan çıkıp gitmek istedim. Tam adımımı dışarı atıyordum ki essalatü hayrun minennevm, deyiverdi hoca. Biraz uzadım, arının kanadına sığan ebatımdan taştım taştım. Bir kere daha ünledi hoca: Essalatu hayrun minennevm. Dünyada süründüğüm cüsseme büründüm.
Hoşuma gitmedi tabii. Yeniden başlayacaktı her şey. Kulağımı tıkasaydım böyle olmayacaktı. İçeri giren iki adamla karşılaştım. Selam verip kim olduğumu sordular. Bilmiyorum, dedim. Bakıştılar, bir şey demeden namaza geçtiler. Camiden çıktım. Şadırvana vardım. Hızla abdest alıp içeri girdim.
Namaz bitimi hocayla karşılaştık. O da sordu kim olduğumu. Bilmiyorum, dedim. Önce bir şey demedi. Endişe yaladı geçti yüzünü. Kaza mı geçirdiniz, doktora götürelim sizi, dedi. Hafızanızı kaybetmiş olmayasınız? “Yok,” dedim. “İnsanın kim olduğunu bilmemesi için hafızasını kaybetmesine gerek yok ki.” “Peki,” dedi “buraya nasıl geldiniz?” “Arı kanadında,” dedim. Dalga geçtiğimi sandı. Fesüphanallah, çekerken gülüyordu. “Doğruyu anlatmazsanız jandarma çağırırım,” dedi. “Kimsiniz, buraya niye geldiniz?” “Arı kanadında geldim,” diye yineledim. “Buraya niye geldiğimi bana değil bulursanız o arıya sormalısınız.”
Baktı ki uğraşılacak gibi değilim. Çıktı gitti. Sonra hızla geri girdi içeri: “Öğlen vaktine camiyi terk etmiş olun,” dedi. “Sonra karışmam.”
Öğle vakti geldi. İçeri girdi ki yine mihraba yakın oturuyorum. Ters baka baka yanımdan geçti. Elini kulağına attı ve öğle ezanını okumaya başladı. Sessizce dinledim. Ezan bitince yerine geçti. Arkasına döndü, göz göze geldik. Toplam on kişi olduk. Namaza durduk. Namaz bitimi yanıma geldi dikeldi. “Daha bulamadın mı kim olduğunu efendi?” dedi. “Arıyorum,” dedim yüzüne bakmadan. “Başka yerde arasana,” dedi. “Camiden adam kovmak oluyor mu hiç?” dedim. “Ne zararım var sana?” Uzunca bir estağfirullah çekti. “Hırsız mısın kaçak mısın nereden bileyim ben?” dedi. “Bak köylü de camide bir yabancı var diye konuşmaya başladı. Yarın bir gün jandarma gelir. Doğruca anlatsana kimsin? Yok arıyla gelmiş de bilmem ne.” “Arıyı uçuran Allah, dilese beni kanadına sığdıramaz mı?” diye soruverdim. Yüzüme baktı baktı, sinirlendi. “Benden günah gitti,” dedi çıktı gitti.
Hoca haklıydı haklı olmasına ama ben de yalan söylemiyordum ki. Buradan ayrılamazdım. Ayrılmadım da. Bir saat sonra yanında bir adam, arkasında jandarmalar çıkageldi imam. Yanındaki adama, “Muhtarım, sana dediğim adam bu işte. Kimsin, diyorum. Bilmiyorum diyor. Nasıl geldin, diyorum. Arı kanadında diyor. Dün sabahtan beri burada. Çıkmıyor da.” dedi. Muhtar: “Dalga geçmesene len,” diye haykırdı üstüme yürürken. “Kimsin, hırlı mısın hırsız mısın desene.” Ses etmedim. “ Komutanım, bu herif tehlike saçıyor,” dedi muhtar jandarma komutanına dönerek. “Alın götürün icabı neyse yapın.”
Elimi açtım o vakit. Dua buyurdum. Bu dünyada kimin hatırı çoksa onun adıyla dedim. Beni buradan çıkar ya Rabbim, dedim. Bildiğimi de bilmediğimi de kabul etmeyen bu insanlar arasından beni sıyır al.
Eridi gitti her şey. Sanki toz olup yere yığıldılar. Kendimi anamın yanında buldum sonra. On yaşıma bastığım gün ölen anamın yanında. Tek gözlü evimizde dizinin dibindeydim şimdi. Yufka açıyordu usul usul. Oklavasını ata ata, un serpe serpe yufka açıyordu. Açtıklarını ocağın yanındaki ablama uzatıyor, o da sacın üstüne seriyor, pişen yufkaya yanı başındaki tereyağından sürüyordu. Anam bir aralık yüzüme baktı. Ne o len, dedi. Avurtların çökmüş. Çok mu acıktın? Başımı salladım. Ablama şuna uzat da bir tane yesin, dedi. Ablam, yuvarladı ekmeklerden birini, tutuşturdu elime.
Ekmeğe öyle bir yumuldum ki sıcağının boğazımı yaktığını anlamadım bile. Yorulmuştum ama nerede yorulduğumu hatırlamıyordum. Bir taraftan da anamın boncuk boncuk terlemiş yüzünü izliyordum. Elmacık kemikli yüzü al al olmuştu. Elindeki oklavayı babam yapmıştı. Geçen yıl. Verniklemişti güzelce. Getirip uzatmıştı anama. Anam, dünya kendine bağışlanmış gibi öyle mutlu olmuştu ki sevinmek nedir deseler o manzara gözümün önüne gelirdi.
Şimdi anamın dizinin dibinde ablamın yufkalarını pişirmesini izleyerek oturuyordum. Anam oklavayı atıyor yufkanın üstüne, bir daha bir daha derken yufka inceliyor inceliyordu.
Derken anam bir ara durdu, baktı yüzüme. “Yarın on yaşına basacak bu,” dedi ablama dönerek. Gülüştüler. “Büyüdün len,” dedi ablam sevecen yüzüyle. Gülümsedim. “Büyüdü,” dedi anam gururla. “Artık bana yeni bir oklava yapar. Bu senesi dolmadan belim gibi yamuldu. Yapar mısın len?” dedi yanağıma usulca vurarak. Başımı salladım.
Ertesi gün on yaşıma bastım. Anam dün ettiği ekmekleri çıkıya sardı. Ablamla tarlaya yollandı. Evin yanından ayrılma, dedi. Belki baban arar. Ayrılmadım.
Öğleye doğru bizim eve komşulardan biri geldi oturdu. Sonra biri. Derken başka biri. Anan az bayılmış da, dedi biri. Onu doktora götürdüler. Ablan da başındaymış. Akşama doğru ev tıka basa doldu.
Anam gelmedi. Sabah oldu. Baktım ışıkları yana yana bir araba geliyor. Teyzem bir feryat kopardı. Bana sarıldı. Anlamadım. Anladım da anlamadım.
Sonra baktım bir arı geçiyor önümden.
Kanadına atladım. Peşimden bağıran olmadı. Arkamda kocaman bir kalabalık bıraktım. Uğuldayıp duruyorlardı. Çocukluğumu bıraktım. Kalabalığın ortasında şaşkın duruyordu. Tek gözlü evimi bıraktım. Ocağı dün sönmüştü.
Arı, hissetmedi bile varlığımı. Kafasının arkasına kadar geldim. Yapıştım sarı tüylerine. Rüzgâr, yüzüme vurdu, gözlerimi kıstım. Çiçekten çiçeğe atladı arı. Polenleri sürdü yüzüne gözüne. Toz zerreleri her seferinde hapşırttı beni. Ama garip bir zevk de aldım bundan. Vızıltısı, başta başımı ağrıttı. Sonra tatlı bir melodinin nağmeleri gibi geldi. Kâinatın ritmine bıraktım kendimi. Alıştım. Bir arının sırtında, arının duraklarına, sesine, polenlere, inanılmaz güzellikte ve kokuda çiçeklere alıştım. Arı kanadında dünya, şimdi ne güzeldi.